27 Aralık 2006 Çarşamba

kankırmızı....

http://www.youtube.com/watch?v=oj6iaznwLsw

hardal sarısı....



karşımda görünce şaşırmıştım,lokmam boğazımda kalıyordu.
tesadüf olamazdı, değildi de zaten. ikisi birden kahkahayı koyverdiler şaşkın bakışlarım karşısında sarılırken bana..
özlemiştim, uzun zaman olmuştu görmeyeli.
her zamanki gibi neşeliydi, gülüyordu yüzü; anında bize de geçiverdi neşesi..
hiç mi solgun, bezgin, yorgun olmazdı; yoğun ve yorucu bir iş gününden çıkıp geldim demişti nasılsın bakalım diye sorduğumuzda..
yeni ilgi alanından bahsetti; gülüştük, ben ciddiyim dedi, hazırlanın siz de varsınız işin içinde, o gerçekten ciddi, biz ise şamata; kabul dedim.
kuru, sert bir ayaz vardı akşamın bir vakti dışarıda, içerinin sıcağından camlar buğulanmıştı, içimiz daha da sıcaktı...

20 Aralık 2006 Çarşamba

ebemkuşağı..




çokça merak etmiş ama bir türlü denk getirememiştim, aslında denk getirmeyi istemiş ama çaba sarfetmemiştim. sonra zaman geçti üzerinden unuttum gitti, dedim ya üzerine düşmemiştim; olmayacak şey değildi.....
üzerinden zaman-lar geçti...
bir gün hadi dedi gidiyoruz.
ve gittik.
en çok ben hevesliydim, en çok ben meraklı ve en çok heyecanlı.
ve döndük.
hayal kırıklığla sonuçlanmıştı ama kimse ne kendine ne diğerine belli etmiyordu; bu muymuş....!
ancak tuhaf bir şey olmuştu, yaşanan o kırık dökük hayalin içinden derme çatma da olsa salaş bir pencere açılıvermişti..
hem de bana sımsıcak gelen bir pencere; boyası biraz eskimiş, cilası solmuş.
biraz çekingen biraz meraklı yaklaşıp baktığımda pencereden görünen-ler pusluydu..
zaman içinde gözlerim mi bozulmuştu ?
yoo, pencerenin camları pusluydu; bu yüzden tam ve net görünmüyordu,camları silip pırıl pırıl parlatmak sonra bir daha bakmak gerekiyordu..
bunu benden çok daha iyi yapacak olan birileri varken ortaya atılmanın alemi yoktu..
kolay olanı seçtim; camların temizlenmesini bekleyeceğim ve sonra fırsat bulur bulmaz burnumu dayayıp bakacağım..
söz...

14 Aralık 2006 Perşembe

lavanta......

anlattıkça dinledik,
dinledikçe anlattı,
anlattıkça güldük,
gülerken ağlayan halimizle,
yüzümüzü döndük ateşe, sırtımız ürperirken....

25 Kasım 2006 Cumartesi

böğürtlen ile kasımpatı...

haberini aldım: gözlerim doldu...
senin adına çok sevindim...
onun adına da tabii ki..
tadını çıkarın!
her güzel şey bir gün.....

muz kabuğu....



çalımlı çalımlı yürüyordu,
kendinden emin, hayattan memnundu.
dış görünüşüne bakılırsa öyleydi ama; ya içi hı? ya içi nasıldı acaba?
ya rol yapıyorsa, ya seni sinir etmeye, sana hava atmaya çalışıyorsa,
sen orada öyle ızdıraplar içinde kıvranırken sana nispet olsun diye..
hem de senin gibi birine...
ama insanın dışı değil içiydi önemli olan, içini açıp bakmak, görüntülemek lazımdı; fotoğrafı mı çekilirdi, röntgeni mi neyse işte..
o zaman foyası çıkıverirdi; ne kadar derdi, sıkıntısı, üzüntüsü vs.,vs. varsa işte..
hadi bakalım yürüsündü yine öyle çalımlı çalımlı; yürüyebilirse tabii...
hızlı ve hırslı adımlarla yürürken bunları düşünüyordu, derken bir çığlıkla kendini yerde buldu; muz kabuğuna basmıştı...
kesindi ve dahi emindi; çalımlı atmıştı o muz kabuğunu yere, ayağını kaydırsın düşürsün diye...
aynı anda başka yerlerde başkalarının da ayağı kaydı ve düştüler yere...
sebep yine aynıydı: muz kabuğu...

21 Kasım 2006 Salı

karabiberli söğüş dil ...

zekisindir sen, bunu en iyi bilenlerden birisiy-d-im ben.
aklının zamanla, zamana yenik düşüşünü izlemek üzüyor.
yoksa çoktan durumu kavrar, el koyar, başından savar,savuştururdun sen.
küçük a'lara sanki büyük A mış gibi davranmazdın, bilmez miyim seni ben.
ama bu a lar sen farketmeden çoğaldılar; hep bir ağızdan, ağız dolusu konuşuyorlar.
gün geldi ve sen artık gürültüsüz yapamaz oldun; aklın bulandı, başın döndü,hatta gözün....
bahçenizi yabani otlar bürüdü,ışıltısını ve sükseli halini kaybetti, sararmış otlara döndü canım kadife çimler, bir bakarsın, kaderine terk edilen japon gülü de bir daha çiçek açmamak üzere bitlenmiş.
uğraşmak istemiyorsun; yorgunsun, aklın bulanık, başın dönmüş, gözün de...
bak ninemin sandığında buldum; çuvaldızmış adı...
işe yarar mı bilmem; denemek istersen....

10 Kasım 2006 Cuma

bol limonlu, az sızma yağlı beyin salatası...

* ne diyeceksin bu işe?
# deepfreeze atıyor...
* neyi?
# bilinçaltındakileri...
* sonra?
# elektrikler kesilince....
* çözülme başlıyor,
# kesinti uzarsa; kokuşuyor...
* koku dışarıya taşıyor,
# burnumuzun direğini kırıyor...

5 Kasım 2006 Pazar

10:18 suları





sabahın bir pazar sabahı için henüz erken diyebileceğin bir saatinde, dışarıdan belediyenin kar küreme aracının sesini duyunca kalkıp pencereden bakmadan dışarıda durumun ne vehim-vahim olduğunu anlamıştım zaten, evet bir de uğuldayan rüzgarın sesinden. canım çok sıkıldı tabii..tahmini bir uludağvari manzara eşliğinde camın önünde hazırlanacak sıcak bir sabah kahvaltısı bu sıkıntıyı hafifletebilirdi belki de, yine de gayet isteksiz kalktım. penceren bakınca başkentin ilk defa böyle bir 5 kasım yaşadığına bahse bile girebileceğime ve kazanacağıma şahit oldum. apartman görevlimiz ve cefakar-vefakar oğlu cümle kapısının önünü ve merdivenleri küremekle meşgulken henüz hiç bir küçük ve dahi büyük çığlıklar atarak karlar üzerinde yuvarlanmak,kartopu oynamak, kardan adam yapmak, yağan ilk karı kutlamak için dışarıya çıkmıştı..oysaki manzara son derece kışkırtıcı ve dahi cezbediciydi..belli ki henüz kimse özlememişti ve henüz bu duruma ruhen ve bedenen hazır değildi.. resmen faka bastık; bekliyorduk ama bu kadarını da değil.. çam ağacını kutusundan çıkarıp süsleyesim var...

4 Kasım 2006 Cumartesi

kısa kısa ( üç nokta ...)

* ankara'ya sabahın erken saatlerinde sezonun ilk karı yağdı ve dahi tuttu...
* başım çok ağrıyor, hala iyileşemedim...
* ilaçlar ilk defa mideme dokundu, ağrıyor ve yanıyor...
* tavuk suyuna şehriye çorbasını uzun bir süre -bırak içmeyi- duymak bile istemiyorum...
* akşam üstü bir kilo mandalinayı bir oturuşta yedim; içim yanıyor, ilacların günahını mı alıyorum yoksa?, biliyorum gözünü çıkardım ama kaşlar yerinde duruyor naber?
* kedi hanım ilk defa hasta olduğumu anladı, dün gece başımdan ayrılmadı, hayret ettim, aklı ermeye başladı galiba...
* bir numara sabah beni aradı; iki tane dostum var benim dedi; kuzey ve can, ben patronum ama dedi, telefonu babasına verdi "patron olmuş oğlun" dedim, "hehe elbise patronu oldu heralde" dedi, çok güldüm, başımın ağrısı iyice arttı...
* 4 gün önce parmağımda açılan kesik hala kapanmadı, şimdiye kadar çoktaan kapanması lazımdı, merak etmiyorum da bunları yazarken üzerine yapiştırdığım bant rahatsız ediyor, ondan...
* bu gün bir pot kırdım, süpürdüm gitti; tamiriyle uğraşamadım...
* pişman değilim...

2 Kasım 2006 Perşembe

ewwet...

tarih tekerrürden ibaret...

kriz....

duyduğumda ciddiye almamıştım; ama cidden ciddiymiş..üzüldüm ama üzüldüğümü belli etmek istemedim; üzülecek durumda olduğuna üzülmesin diye...bir farkına varsa, biri ona ayna tutsa , birlikte oturup üzüleceğiz ama.....

31 Ekim 2006 Salı

yaz çocuğu kış sezonunu açtı..

sen misin yazlık tişörtlerle gezen? evet benim buyrun...!
iyi... o zaman ağrımayan yerim yok deme sakın..offf, ayak seslerinden anlamıştım aslında, geliyorum ben kolla kendini diyordu ama heyhat...dökülüyorum....bu sabah yataktan kalkarken epeyce zorlandım...sanırsın ki 3 gün 3 gece durmaksızın yol yürümüşüm ; belim, bacaklarım, kollarım -uzatmadan vücudum diyelim- dökülüyor....ateşim nasıl yok şaşıyorum, oysa ki bu tabloya şöyle 38.5- 39 ateş yakışırdı, gayet de şık olurdu..durumum suda eriyen plus C ile geçer mi bilmiyorum ama akşama kalmaz burnum, gözlerim akar, boğazım şişip sesim de kısılırsa beni en az 2-3 günlük bir rapor paklar...
hapşuuuuuu....
gidiyorum ben, sana da bulaşmasın..

26 Ekim 2006 Perşembe

geldi, geçti...




bu tatil iyi oldu,uzun zamandır yapmayı ertelediğim ve beni sürekli kemiren işleri yerine getirebildim; mutluyum, huzurluyum, sırtıma bağladığım çocuğu indirdim, yürüyor artık...yarın iş başı; geçmiş bayramınız kutlu olsun diye bayramlaşmaya gelecek olanların çukulatasını hazırladım, geceden kapının yanında hazır ettim, sabah unuturum falan, geçen sefer nasıl da mahçup olmuştum hani çukulatamız dediklerinde... bu seferkiler kalp şeklinde üstünde kabartma gül resmi var, umarım beni yanlış anlamazlar..amaaaan anlarlarsa anlasınlar ne yapayım; şu saatte bunun için yapacak bir şey yok zaten...
bizim kedi hanıma çukulata yediremedim bir türlü, ben yerken her seferinde çukulata kağıdının hışırtısına koşup geldi, nasıl yediğimi defalarca izledi ama...halbuki filancanın kedisi fıstıklı baklava bile yiyor, gözümle gördüm yoksa deselerdi inanmazdım...bizimki safça biraz; varsa yoksa kuru mama, ciğer bile yemiyor,kedi ciğer yemez mi? bizimki yemiyor işte..cins,ne cinsi tekir;irmagillerden...
dostlarımın değerini bu bayram bir kez daha anladım; kadim dostlarım onlar benim; bir ve iki, başka yok... ya diğerleri; onlar iyi ve cici arkadaşlarım...hepsi sagolsunlar...her birinin yeri ayrı...birini sildim defterimden o biliyor kendini ve nedenini....yarın iş günü yine,....evet uykum yok, gidip biraz okuyayım; üçüncü sayfadan sonra uyuklamaya başlarım, başım da ağrıyor biraz, bir ilaç alsam fena olmaz...
bir bayramı daha eda ettik...mutluyuz.

22 Ekim 2006 Pazar

silli-ikon



# bakar mısınız?
* buyrun hanfendi?
# bu bardakları niye tam doldurmuyorsunuz? çayın yarısı yok neredeyse
* dudak payı hanfendi
# bizi zenci falan zannettiniz herhalde
* estafurlah hanfendi, hemen doldurtayım üzerlerini

19 Ekim 2006 Perşembe

üçünüçüncüsü.....

Atilla Mispal'in 2005 yapımı "Kesişen Yazgılar"ı festivalde izlediğim ikinci ve son filmdi..
başrolü oynayan Macar güzeli Annamária Cseh; çok mutsuz,huysuz,yüzü gülmez,aksi,işinde sürekli sorun çıkaran,bezgin,pervasız,kayıtsız,soğuk,itici,sevimsiz,kokainman amaaa çok GÜZEL bir mankeni canlandırıyordu..
güzelliğinden başka hiç mi güzel tarafı yoktu; emin ol yoktu, o derece yani...

film başlar başlamaz kızın güzelliği bir tarafa hal ve hareketleri kısa sürede izleyenlerin sinirini bozmaya yetti; bir afra bir tafra....
sonra birden bire kızın hasteneye yattığını gördük, sonradan anlaşıldı ki kaza geçirmişti ve yüzü feci hale gelmişti....
ne "vah vah yazık oldu o güzelliğe" diyebildik içimizden, nede "müstahaktı,aklı başına gelmiştir, neydi o dünyaları ben yarattım hali, al işte böyle olur sonu" diyebildik...
çünkü birdenbireneoldudaböyleoldu'nun merakına kapılmıştık...
filmin ortalarına gelinmişti ama biz hala kazanın nedenini öğrenemiştik ..
bir de esrarengiz bir adam girmişti devreye; şişman, saçı sakalı karışmış birbirine, ürkütücü suratlı bir homeless'di. bu adam, filmin başından beri, guzel mankeni farkettirmeden adım adım izlemekteydi..kızın çantasından düşürdüğü kırmızı kadife kaplı,kapağında ejderha resmi olan moleskinosunu bulmuştu ve buradan kızın özel notlarının yanısıra her türlü bilgiye-randevular, çekimler, defileler vs.- ulaşmıştı..
kız nerede, bu amca orada....



sonra, yani kazadan sonra, zaten dengesiz bir yapıya sahip olduğunu filmin başında hal ve hareketleriyle göstermiş olan kızımız, hastahaneden eve çıkınca güzelliğini ve işini kaybetmenin şokuyla iyice dengesizleşti ve evinin yakınına konuşlanmış olan homeless amca ve onun şükerası ile ilşkiye girdi; içlerinden bir genç kıza şık şıkırdım elbiselerini verip onun kir pas içindeki leş kokulu elbiselerini alıp giyerek ortalıkta gezmeye başladı falan...
ancak hala, yazgıları kesişecek olan kuyumcu amca ile karşılaşamamışlardı, karşılaşmak şöyle dursun kuyumcu henüz bizlere bile görünmemişti..
neyse, uzatmayayım; güzel kızın bu şişko homeless ile tanışması, bileziğinin yere düşüp kırılması, şişko homelessin bileziği alıp kuyumcuya götürmesi ve tamir ettirmesi sonra da kendisini ziyarete gelen güzel kıza bileziğini takarken onu kendine doğru aniden çekmesi,sımsıkı sarılması, kızın tüm direnmelerine karşın bırakmaması,sonra bir anda ikisinin birden ayakta sarmaş dolaşken alev alarak yerde döne döne yanmaları, kızın ağır yanıklarla kurtulması, şişko homelssin ise can vermesi...tüm bunlar 5 dakikanın içinde oldu....
sonunda bizler baştan beri merakla beklediğimiz kaza nedenini öğrenmiştik; rahat bir nefes aldık...
bu arada kuyumcu amca devreye girdi hemde süratle, çünkü 97 dk.lık filmin bitmesine 10 dk. falan kalmıştı...
kuyumcu amcamız önemli bir sipariş almıştı, çırağı ile birlikte sanatını en iyi şekilde ortaya koymaya çabalarken, bir sahne içinde mahkemede eşinden boşandı ve hakim iki çocuğu annelerine bıraktı, bir sahnede içinde doktorundan görme yetisini kaybetmek üzere olduğunu öğrendi, devam eden sahnede de moral bozukluğu içinde atölyesini, ne var ne yoksa hepsini kırdı geçirdi, isyanı doruk noktasındaydı...



ve son sahnede; sonbahar gelmişti, kuyumcu amca, sararan yapraklar arasında nefis bir parkta, yanında beyaz bastonu olduğu halde bankta oturuken, bebek arabası* ile güzel kızımız parka geliverdi ve kuyumcunun karşısındaki banka oturuverdi . dayanamayıp kuyumcuya laf attı, oda ona aynı şekilde karşılık verdi...sonra kızımız, hadi kalkın ayağa, isterseniz bastonsuz da yürüyebilirsiniz dedi, Adam da itiraz etmedi, nasıl olur ama falan demedi, ayağa kalktı, ürkek aksak yürümeye başladı, kız ellerini adama doğru şevkatle uzattı....
sonunda iki loser'ın yazgıları geç de olsa nihayet kesişmişti...
film burada mutlu sonla bitti....
*pusette, güzel kızın elbiselerini verdiği homeless kızın doğurduktan sonra kapı önüne bırakarak terkettiği bebeği vardı..
güzel filmdi.....
senin de sabrına hayranım ...!

16 Ekim 2006 Pazartesi

üçün ikincisi....



Ankara Sinema Kültürü Derneği'nin, 5 Ekim'de başlayan 3.Güz Film Şenliği devam ederken broşürden işarelediğim iki filmden biriydi "Zaman-Time".
Kim Ki-duk un son filmiydi, 2006 yapımı; sevgi ve sevginin yaşanma tarzına farklı bir yaklaşım getiren çok modern bir aşk hikâyesi...




filmin konusu ve kurgusu o kadar güzel işlenmişti ki, ara vermeden izlenmesine rağmen asla sıkmadı hatta mest etti; oyuncuların sempatikliği ve sıcaklığı, çekim mekanları, müzikler, heykel parkı -ki bayıldım buraya- kurgu,herşey çok güzeldi..
ci-vu'nun kendisini aniden bırakıp giden ve altı ay boyunca da aramayan, bu süre içinde geçirdiği estetik operasyonlarla bambaşka bir kimliğe bürünerek ci-vu'nun karşısına yeniden çıkan sevgilisi se-hi ile barda yüzleşmeleri unutulmayacak sahnelerdi..



sonrasında ci-vu'nun bu aldatılmışlığı içine sindiremeyerek, sevgilisi se-hi'den intikam almak için aynı klinikte aynı doktora yüz estetiği yaptırtması, se-hi'nin kendisini tanıyamayacağı hale getirtmesi ve kızcağazın günlerce aylarca ızdırap içinde her delikanlıya acaba ci-vu mu? diyerek yaklaşması, yaptığı testlerle her seferinde ci-vu olmadığını anlaması.... se-hi ile adeta yaşadık olanları oturduğumuz yerden nefeslerimizi tutarak ve hadi hadi ci-vu çık ortaya diye içimizden yalvararak...
finalde se-hi'nin ci-vu diye peşinden kovaladığı ve yakalamaya çalıştığı delikanlının kaçarken trafik kazası geçirmesi ve se-hi' nin gözleri önünde bir kamyonetin altında kalması, yüzünün tanınmayacak hale gelmesi.. se-hi gibi seyircinin de aklını kurcaladı; acaba O, ci-vu muydu ?
bu olaydan sonra estetik uzmanının ellerine yeniden teslim olan se-hi nin yüzünü yeni bir operasyonla yeniden değiştirmesi, ci-vu hala hayattaysa ci-vu'dan yok değilse se-hi'nin kendisinden alacağı akıllara durgunluk verecek bir intikamdı...ve son sahne zihinlerimize mührünü bastı.....

üçün birincisi....



iş çıkışında gökgürültülü ve sağanak yağışlı bir havada koşa koşa eve gitmek yerine dışarıda yemek yemeğe karar verip dinen yağmur ve yemek sonrasında azıcık yürüyelim derken tam da sinemanın önünden geçiyorduk ki, aniden karar verip "Araf"ı izleyelim dedik..
daha doğrusu, ben demedim; korku filmlerini hiç sevmem, -üstüne bir de para verip bünyeyi bunaltmaya gerek olmadığını düşünürüm hep- doğrusu yürünülen kısa yol yemeğin hazmı konusunda istenen ve beklenen etkiyi henüz göstermediğinden içeride bu rehavetle uyuyabileceğimi de düşünerek itiraz etmedim.
uyumadım ama filmi -kurgu, oyunculuk, mekan, müzik, çekimler- de beğenmedim.
depresif bir filmdi..ruhum daraldı...
kıssadan hisse; anne karnındaki doğmamış bebekleri aldırmayın, yoksa canına kıydığınız bebekler geri dönüp size bu dünyada rahat, huzur vermezler, aklınızı başınızdan alırlar; ona göre.....
bırakın her ana rahmine düşen doğsun varsın, nüfus 105 milyon falan olsun....
yazılanlara göre yaşanmış bir olaydan yola çıkılmış...senaristin bir arkadaşının -kız arkadaşının- başına gelmiş...
film bitip de dışarıya çıktığımızda derin derin taze ve temiz havayı ciğerlerime çektim...
dünya varmış ....

14 Ekim 2006 Cumartesi

Pam-muck...


Fransız filozof; Jean Paul Sartre,
1964’te Nobel Edebiyat Ödülü'nü reddetmişti,
GEREKÇESİ; ödül veren kurumlar, yönlendiriyordu..

J.P.Sartre 1956 Fransa - Cezayir savaşında Cezayir'i savunmuştu...

9 Ekim 2006 Pazartesi

foolish game....

yaşamadığın halde yaşamışçasına,
görmediğin halde görmüşçesine,
hissetmediğin halde hissetmişçesine,
ne keyifli ne hoş bir duygu olduğunu bilmeden bilirmişçesine
nasıl böyle kendinden emin,
bir o kadar da görmüş geçirmiş,
çokbilirmiş,
sefa insanıymış,
gibi davranabiliyorsun..
dahası; üzerine bir de muhalefet edip yandaşlar arıyorsun...
aslında sen kendini bizden daha iyi biliyorsun...da....
çaktırıyorsun ama... haberin olsun....

yaza veda..

yarın yorucu bir iş günü olacak...
buna hazır olmak için şimdiye kadar çoktan uyumuş olmalıydım...
oysa ben ne yapıyorum...
keyfini çıkarıyorum.....
eşyaların yeri değişti bugün....
sonra yaz uykusundan uyananlar yerlerine yerleştirildi...
kış uykusuna yatacaklar yatırıldı...
kedi hanım şampuan ve kremden geçti,kurutuldu, mis koktu,
birlikte rehavet içinde koltukta şekerleme yapıldı...
geçiyorkenuğrayan geldi,sonra gitti...
ışıklar azaltıldı, müziğin sesi kısıldı,
kedi hanım minderine kıvrıldı...
ayaklarımı uzattım,
gözlerimi kapadım,
kulağım ruhuma masaj yapan müziğin sesinde...
kulplu bardaktaki bol sütlü kahve boğazımdan inerken içim ısındı...
parmaklarım klavyede,
...
burada böylece kalsam,
sabaha kadar,
müzik susmasa,
ışık biraz daha azalsa..
sabaha daha var....
çok değil ama var....
şu batteniyeyi örter misin üzerime...

6 Ekim 2006 Cuma

I dont love you barbaros....!



kaç barbaros kaç....
ardına bile bakma.....
ama etrafına şöyle bir bak,
neler göreceksin neler....
yazık değil mi sana..?
hı...?

konçerto....



iğne iplik lütfen.....

5 Ekim 2006 Perşembe

öhö...

televizyon kanallarımızdan biri dün gece milli tarihimizin ilk uçak teröristini yıllar sonra da olsa kameralar karşında misafir ederek güzide bir yayınılık örneğini daha sergilemiş oldu..
bu vesile ile tarihimizin ilk uçak teröristini-takımelbiseleriiçindegayetciddive

kendindeneminayrıcavakarliveneyaptığınınbilincinde-
önce kendi ağzından icraati ile ilgili hatıralarını sonra da kacırılan uçak ile ilgili yorumlarını ve eleştirilerini 70 milyona anlatırken ibretle izledik..
birde terörist merörist ıyyyyhhh diye çoluğucocuğubüyüğüküçüğü korkuturlar..
seninbenimgibi iki eli, iki ayağı, kaşı, gözü, ağzı., burnu olan bir adam o da işte...
bak alından yukarıya cıkmadım, dikkatini çekti mi bilmem ama..
gece sorunsuz derin bir uyku ile sabaha erdi..
çokşükür...

1 Ekim 2006 Pazar

please, fill in the blanks........

son dönemlerde ortalığa sürülen her türlü popülist vakayı, toplumsal beklenti ve hisleri abartılı bir şekilde pohpohlayarak menfaat* elde etmeyi amaç edinen bu vakaların popülist kahramanlarını ve bunlar karşısında kendinden geçen, adeta histeri nöbeti geçiren ..........leri/ları ibretle takip ediyorum...
*menfaat kimi zaman para pul, kimi zaman şan şöhret- tutarsa her ikisi de-
kimi zaman da hakkında sağda solda yazılan bir iki satır ve bir vesikalıktan ibaret olmakta......
son Anka Kuşu vakasında manikürlü siyah ojeli eller yeterince tiksindiriciydi....
sevgili Aziz Nesin geldiysen üç kere öksür...
ben anlarım...

30 Eylül 2006 Cumartesi

ramazan akordeoncusu....



öğle üzereydi...
okuduğum yazıdan başımı kaldırıp dışarıdan gelen ezgiye kulak kesildim..
aynı anda ayaklarımın dibine kıvrılmış olan kedi hanım da öyle...
yerimizden kalkıp pencereye yaklaştık, müzik aşağıdan geliyordu...
yukarıdan aşağıya baktığımızda, o da başını kaldırmış yukarıya bakıyor ve bir eliyle gel gel işareti yapıyordu......

üst katlarda da kendisini izleyenler vardı belli ki...
kocaman, eski bir kırmızı akordeonu san-ki şevkatle kucaklamıştı..
ustalıkla çalıyordu; "la vie en rose" u......

üzerinde salaş jean giysileri vardı...
yaşı 20 den bir kaç fazlaydı...
çok hoşuma gitti; çalgıdaki ve müzikteki tercihi, rahatlığı, sevimliliği....
O, bir "parizyen"di...
hani şu metro istasyonlarında düzeneğini- tek kişilik orkestrasını- kurup büyük bir ciddiyetle çalan yada her istasyonda vagonları dolaşan ve bahşiş toplayan triolar gibi...
O, şimdi bizler için alışık olunmadık bir görüntü sergilemekteydi..
kaldırımlara oturarak çalan ve önüne mendil açan yada kutu koyanları saymıyorum, onlara aşinayız artık..
ama bu sefer farklıydı..
başı sürekli yukarılarda, camlarda bir süre çaldı çaldı çaldı....
belli ki karşılığında bahşişini istiyordu...
eliyle yukarıdan çağırdıkları da yanıtlamadı onu...
bir yan girişe sonra diğer girişe yöneldi çalmaya ara vermeksizin...
ancak umduğunu bulamadı....
sonra sitemizin babacan, yaman apartman görevlisi -bir yandan sırtına ceketini giyerek- yan girişten dışarıya çıktı,
özcesur gence doğru hamle yaparak ilerledi...
özcesur genç onu görünce arkasını döndü,
çalmaya devam ederek uzaklaştı...
arkasından baktım...
umudunu kaybetmemesini istedim...
hiç bir zaman...
çünkü henüz çok gençti....

anti-tez

bilmezdim,
kelimelerin bu kadar kifayetli olduğunu...
o kelime,
sadece tek bir kelime;
kulplu çay bardağındaki buz küpünün üzerine akıtılan bergamut kokulu demli çay misali...
kalbimi eritti.....

şekerle sen de..

yer gök ıslandı akşam saatlerinde ....

arap kızı camdan bakmaya korktu; şimşekler çaktı, gök gürlüyordu...


derken ağır bir hava; uyku havası çöktü şehrin üzerine....


değerlendirebilenler, değerlendirdiler......

29 Eylül 2006 Cuma

Mona Lisa'nın sırrı...


Yıllar önce Louvr müzesinde Mona Lisa tablosunu gördüğümde derin bir hayal kırıklığına uğramıştım..
Aynı salonda duvar boyunca yer alan devasa eserleri gördüğümde gözlerim kamaşmış, karşısına geçip büyük bir hayranlıkla uzun uzun seyretmiş, resmini çekmeye çalışmış ama vizöre ne yazık ki sığdıramamıştım..tabii o zamanlar dijital fotoğraf makineleri yoktu henüz....
sonra sıra Mona Lisa tablosuna gelmişti..
bu mu ? demiştim ; önünde onlarca japon turist flaşsız makineleriyle resmini çekmeye çalışıyorlardı ve üstelik tablo camdan bir muhafaza ile korunmaktaydı...
Bir fırsatını yakaladığımda resimden anlayan bir profesyonele sormuştum, Mona Lisa'nın abartılı bulduğum değerinin ve öneminin nereden kaynakladığını; aldığım yanıt ressamın tekniği üzerineydi ve beni tatmin etmemişti..
vardı bir sırrı ama neydi....?
geçen hafta, tesadüfen elime geçen ve yıllar önce (1958) kaleme alınmış bir yazıdan öğrendim ve artık biliyorum neden bu kadar önemli ve değerli kabul edildiğini......
işte hikayesi.....

Leonardo da Vinci resmini yaptığı her şeyde bir ruh arar ve onu ifade etmeye çalışırdı. Kader ona bu merakını tatmin etmek ve en güçlü eserini yaratmak için Mona Lisa'yı gönderdi.
Floransanın zengin tüccarlarından Francesco del Giocondo güzel karısının bir portresini yaptırmak istedi. Leonardo da Vinci, atelyesine kocasının kolunda gelen Mona Lisa'yı uzun uzun süzdükten sonra teklifi kabul ettiğini söyledi.
Ertesi gün hazırlıklara başladı. Yapacağı eser için önceden etütler yapardı. Mona Lisa'ya da en güzel pozunu verdirtmek için ezberinden onun çeşitli pozlarda çıplak resimlerini yaptı. Sonunda, ardından gelen birçok ressama örnek olacak olan kompozisyonu kurdu. Artık esas çalışmasına başlamak için hazırdı.
Uşağı ile Mona Lisa'ya haber göndererek poz vermesi için gelmesini rica etti. Mona Lisa yanında bir hizmetçisi ile atelyeye geldi. Üstadın önceden etüd ettiği pozu aldı. Çalışma sırasında ressam kendisine uzun uzun bakıyor, fırçasını tuvale pek az oynatıyordu.
Sadece akşam üzerleri çalışıyorlardı. Leonardo'ya göre günün bu saatlerinde güneşin doğayı sarıya boyayan ışıkları çekilir, her şey gerçek renkleriyle görünürdü.
Çalışma çok ağır ilerliyordu. Bununla beraber eser tamamlanmak üzereydi . Dinlenme zamanlarında Mona Lisa resmin karşısına geçiyor, onu hayran hayran seyrediyordu.
Ancak Leonardo sonuçtan memnun değildi. Gerçi Mona Lisa'nın fiziki güzelliğini resmetmişti ama onun yüzünde bir mana, bir ruh bulamamıştı. Halbuki o fiziki güzellikten çok bir ruh ressamıydı.
İnsan yüzü, iç aleminin aynası idi. Bu aynada, o alemde olup taşan sevgi, şefkat, kin, nefret gibi fırtınaların izlerini görmek mümkündü. Nedense Mona Lisa'nın güzel yüzünde bu duyguların hiç birinden eser yoktu.
Leonardo bir ara müziğin insan ruhu üzerindeki etkisini düşündü. Atelyesine Floransa'nın tanınmış şarkıcılarını ve çalgıcılarını topladı. Bir yanda lirik Napoli şarkıları, neşeli Toskana türküleri çalınıp söyleniyor, diğer yanda bunları dinleyen Mona Lisa, Leonardo'nun karşısında oturuyor, poz veriyordu.
Böylece günler, haftalar, aylar geçti. Mona Lisa farkına varmadan Lonardo'nun yüzünün bütün hatlarını adeta ezberlemişti. Yalnız kaldığı anlarda gözünü kapadığında karşısında kocasından çok Leonardo'nun hayalini görmeye başladı.
Mona Lisa'nın hizmetçisi bir gün hanımının bir kaç ay için poz vermeye gelemeyeceği haberini getirdi. Kocası ile Sicilya'ya gitmişlerdi.
Leonardo işinin yarım kalmasına üzülmedi. aslında yapılacak çok işi, gerçekleştilmeyi bekleyen projeleri için zamana ihtiyacı vardı.
Bundan başka Mona Lisa'nın manasız yüzü ona artık sıkıntı vermeye başlamıştı.
Bu yüklü çalışma temposu arasında aylar çabucak geçti. Leonardo bir gün Mona Lisa'yı karşısında buldu. İçinde çalıştıkları atelye, pencereden giren ışık, akşam saatlerinin içe dolan sessizliği hepsi eskisi gibiydi. Hiçbir şey değişmemişti. Yalnız değişen bir şey vardı; Mona Lisa'nın yüzü..
Evet, bu yüzde eski bir sevdiğine kavuşmanın sevinci vardı. Durgun bakan gözlerde içerde kopan fırtınaların pırıltıları yanıp sönüyordu, bir gönül hazzının ifadesi olan tatlı bir tebessüm güzel yüze harika bir anlam veriyordu.
Leonardo, modelinin kendisine aşık olduğunu anlamakta gecikmedi. Mona Lisa dokunaklı Napoli şarkıları dinleye dinleye, böyle bir atmosfer içinde Leonardo'nun yüzünü seyrede seyrede farkına varmadan ona aşık olmuştu. Geçen birkaç aylık ayrılık bu aşkı büsbütün alevlendirmişti.
Leonardo bu durumdan sanatı adına azami şekilde istifade edecekti. Hiçbir şeyin fakına varmamış gibi çalışmaya başladı. Mona Lisa yine sevdiği adamın karşısına oturuyor, tatlı hülyalara dalıyordu.
"Sanatın sırrı sebattır" diyen Leonardo, için için duyulan gizli bir sevginin en masum ve temiz ifadesi olan esrarlı bakışları ve ilahi gülüşü ifade için tam dört sene çalıştı.
Konuşmaksızın duyularak yaşanan, çalışmakla geçen dört yıl....
Keskin bir zekaya sahip olan Leonardo'nun şüphesiz hassas bir kalbi vardı. yaşının ilerlemiş olmasına ve güçlü iradesine rağmen bu kalbin yakınında yanan bir ateşle ısınmış olmamasına imkan yoktu.
Nitekim ihtiyarlık yıllarında yaşanan olaylar bunun doğruluğunu göstermektedir.
Fransa Kralı I. François Milano'yu işgal edince Leonardo'nun atelyesini ziyaret etti. İhtiyar ressam krala bütün eserlerini gösterdi. Kral üzeri siyah bir örtüyle kapalı olan resmin kendisine gösterilmediğini fark etti ve kılıcının ucuyla örtünün ucunu kaldırdığında Mona Lisa'nın gülen gözleriyle karşılaştı.
* Üstat bu şaheser kadın da kim?
- Mona Lisa Giocondo majesteleri
* Bu resmi ne zaman yaptın?
- On sene evvel majesteleri
* Şimdi hala bu kadar güzel mi?
- Öleli çok oldu majesteleri
Bu son cümleyi söylerken ihtiyar ressam başını eğmişti. Bunun farkına varan Kral sözü daha fazla uzatmadı. Leonardo ile eserlerini beraberinde Fransa'ya götürdü.
Kral, ressamdan Mona Lisa'nın tablosunu kendisine satmasını teklif ediyor ancak ressam kendisine sükunetle cevap veriyordu. Kral fiyatı düşük bulduğu için sustuğunu zannederek her seferinde altın sayısını yükseltiyordu. Nihayet bir gün reddedemeyeceğini düşündüğü bir miktarı vererek tabloyu dairesine taşıttırdı. Fakat hayret edilecek şekilde ihtiyar ressam her zamanki gibi olumlu yada olumsuz hiçbir şey söylememişti.
Kucağında altın kesesi ile odasına dönen Leonardo'nun o günden sonra davranışları değişti. Bütün gün odasına kapanıyor, kendisine hizmet edenleri ve ziyaretine gelenleri tersliyor, geceleri buhranlar geçiriyor, sabahlara kadar acılar içinde kıvranıyordu.
Nihayet bir gece çılgına döndü, yatağından fırlayarak masanın üzerindeki altın keseini aldı, kralın dairesine koştu. Nöbetçiler ona engel olmak istediler ancak Leonardo'yu durdurmak imkansızdı.
Uykusundan uyanan Kral, Leonardo'yu yanına kabul etti. Suçlu bir çocuk gibi kralın huzuruna çıkan ressam elindeki altın kesesini bir kenara bıraktı;
- Majesteleri size altınlarınızı getirdim, Mona Lisa'yı geri vermenizi rica ediyorum. Eğer birkaç sene daha yaşamamı istiyorsanız onu bana geri veriniz.
Şair ruhlu bir kral olan François uzun uzun ihtiyar ressama baktı;
* Sizi anlıyorum üstad. Mülkiyeti saraya ait olmak üzere Mona Lisa'yı yaşadığınız sürece size bırakıyorum...

Leonardo'nun Mona Lisa'ya karşı duyduğu bu derin ilgi sahibi için duymuş olduğu aşk mıdır? Yoksa bir sanatçının yarattığı eserine karşı duyduğu aşk mıdır?....kesin olarak bilinmemekle birlikte öldüğü zaman açık olan gözlerinin Mona Lisa'nın yüzüne bakmakta olduğunu düşününce Leonardo'nun da Mona Lisa'yı derin bir aşkla sevdiğine inanmak yerinde olur....


24 Eylül 2006 Pazar

miydi - muydu ??

(dün)



(bugün)
hafızamı zorladım,
zorlamadım değil ,
ama bu ekibi ilk kez ne zaman izledim? hatırlayamıyorum..
çocuktum, onu biliyorum ama..
merakcıl, araştıral ve eleştirel kişilik yapımın temel taşları o zamanlardan atılmaya başlamış olmalıydı;
koca koca babayiğit adamların, bir ellerinde kılıç bir ellerinde kalkan, çıkan seslerden ritm tutturarak oynayışlarını ürpererek izlerken altlarına giydikleri şortlara aklım yatmamıştı ne yalan söyleyeyim...
kumaş mı yetmemişti?
tasarrufa teşvik miydi?
oynarken sıcak mı basıyordu?
bacak hareketlerini mi kolaylaştırıyordu?
yiğidin malı meydandadır sözüne istinaden miydi?
hafiften -çok afedersiniz- teşhir durumları olabilir miydi?
yoksa kendine ve bacaklarına olan gereksiz* güven duygusu sonucu muydu bu ?
düşmanlarım** çatlasın olabilir miydi?
herneyse ne ; ben çözemedim...
ihtimaller daha fazla ciddiyetini kaybetmeden bitireyim..
yanlız söylemek zorundayım; bağışlayın ama hala merakteyim...
yıllar yılları geçti, şortların boyu uzamadı hala...
niye peki ???
* belki gereklidir ne bileyim ** bizanslılar

mor benekli kırmızı tavşan....

kezbaaan,
kızım hanımlara yolu göster....
camları da aç biraz,
havalansın....

cidden geldi yahuu...

**hani? hazırlık mazırlık göremiyorum...
**ram....
& sus, bak fena yaparım...

bitter...biter...


bana bir varmış de,
bir varmış,bir yokmuş deme!
içime dokunuyor.

C.Y.

23 Eylül 2006 Cumartesi

olacağı budur.....


veee....

ben geldim...!

ra.. diyeni vuracağım....
şimdiden önlemimi aldım,
dedi...
yok canım...niye ki ?
dedim....
dayanamıyorum artık dedi....
hiç bir şeyi dozunda, kararında, ayarında, tadında bırakmıyorlar ki...
bıktırana, kusturana, bunaltana,bayıltana, delirtene kadar .......,
çünkü uğraşacak uğraşıları yok bundan başka,
takmışlar kafaya, takılmışlar oraya,
dönemezler, göremezler, sezemezler, bilemezler artık;
ayıptır yahu..
dedi....
çooook hak-lısın !
dedim....

sahi gına nedir?

bağrı yanık klarnet sesinden
ve
ayak bacak görüntülerinden gına geldi....

nazire


ankara'nın mavisi


mogan

eymir

19 Eylül 2006 Salı

şerbeti ağdalı kabak tadı.....





kabak tadı verdi-n artık diyerek kabağı neden böyle aşağılamışlar ki acaba? halbuki kabağa gelene kadaaarrr.......
elbette bir hikayesi vardır ama ne yazık ki ben bilmiyorum....
herneyse; kabağın tahtı son zamanlarda sallanıyor sanki....
sallayan da sarı susamın saçını kestaneye boyatmış halini andıran keten tohumu...
bitkibiliminden anlamam ya, anlayan biri çıkıp da onlar zaten uzaktan akraba olurlar dese şaşırmam...
bundan birkaç yıl öncesine kadar keten tohumu, sararmış kitap sayfalarından piyasaya fırlayacağını, hatta meşhur olacağını tahmin eder miydi, etmez miydi bilinmez....
ama, bir kez piyasaya çıktı, hele bir de tutundu ya artık bıktırana, kusturana kadar keten tohumlu icatlarda bulunulacaktır; ekmek, kurabiye, kraker, cips, müsli, yoğurt, bal, çorba, salata, derken keten tohumlu son numara; falan markanın diyet biskuvisi....
not 1:ben bunları yazarken safiye soyman ile nişanlısı vardı ekranda......
not 2: sözü edilen kabak, cevizli yada kaymaklı kabak tatlısında kullanılan kabak-bilmeyen falan vardır hani.... kırk yılın kabağı ama olsun yine de...!
not 3: saat 02:33 ve benim hala uykum yok...

özziyaret....


elimi, ayağımı,

gözümü, kulağımı,
aklımı, fikrimi,
toplayıp döndüm yuvaya...
kalbimi üç harften oluşan iki isme emanet bıraktım..

harika bir pazartesiydi....
bütün başlara rağmen,
bir teşekkür borcum var ödenmesi gereken,
yük altında (çok afedersin) sadece eşek kalırmış ....!

13 Eylül 2006 Çarşamba

hı.?

bir tek sen varsın dört gözle beklediğim...
farkındasın değil mi...?

gözünüz yolda kulağınız bende olsun.....

az önce tüm hazırlıklar tamamlandı..
alınacaklar alınmış
sarılacaklar sarılmış,
süslenecekler süslenmiş,
püslenecekler de püslenmiş durumda.....
küçüğünkiler en büyük pakette, maviye kesmiş ne var yoksa...
büyüğünkiler beyaz bembeyaz, incinmesinler diye ince pelurlara sarılmış durumda...
bir sırt çantasına yerleşmeyi bekliyorlar şimdi,
sevgiyle ve itinayla...
içim rahat, rast gitmiş ve bitirilmiş işlerin huzuruyla....
yarın akşam,
ver elini yedi tepeli çifte gerdanlıklı kokoş şehir;
çocukluğumda benimdin, şimdi ise ellerinsin...
gözüm yok, ne yalan söyleyeyim...
varsa yoksa ankaram....

12 Eylül 2006 Salı

yine yol göründü...

gidiyorum
wallahi...
çarşambayı sel almasın,
bekle beni doğduğum şehir...
ziyaretine geliyorum,
bekle beni doyduğum şehir,
"bak ben de senin halanım" deyip
pazar sabahı yine sana dönüyorum...

9 Eylül 2006 Cumartesi

öngörü....

doğum fotoğrafçılığı diye yeni bir yan dal çıkmış...
doğumhanede olay anını fotoğraf kareleriyle tespit ediyorlarmış...
birkaç sene sonra biraz daha ileri gidip pardon geri gidip bebeğin anne rahmine düşüş anını da fotoğraflayıf albüm yaparlar..
arz talep meselesi..
hem kim karışabilir ki..
bize ne canım...

özcesaret.......















yanlış hatırlamıyorsam evlere temizliğe giden ilkokul mezunu bir kadın bir zamanlar bir kitap yazmıştı..
roman mıydı, hikaye mi, yoksa deneme mi bilmiyorum....

merak etmediğim için alıp okumamıştım.
o kitap kaç sattı, nelerden bahsediyordu, yazılanların edebi açıdan değeri neydi, okuyana kattığı şeyler neler oldu bunları da hiç merak etmedim...
ama şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki yazanı taktir ettim hem de canı gönülden....
biliyorum ki yazmak içten gelen, geldimi de yazıya dökülmeden gitmeyen bir duygu...
üstelik yazmak bedava, para almıyorlar, hatta bazen üste para da veriyorlar....
yazan yazdığından her durumda sorumlu ama söz konusu bir gazete yada dergi ise durum bence farklı olmalı....
meslek mezunu onca genç onca yılı boşuna mı okudum diye hayıflanıyor mudur acaba yazar sıfatıyla köşebaşlarında yazıp çizenleri ve yazdıklarını gördükçe.....?
tirajlı tirajsız bir yerlerde yazmak için mesleki kariyere sahip olmak gerekmiyor galiba.....
diplomadan geçtim deneyim, bilgi ve görgü birikimi de aranmıyor mu....?
bizim apartman görevlimiz de pek konuşkan, pek neşeli babacan bir adam.
ahh siz bir de hanımını görseniz bir esprililik, bir fettanlık, bir gözüaçıklılık, neler neler....
azıcık boydan kısa yalnız.....
elinden tutan biri olsa yazacak o da...
inan ki.....



6 Eylül 2006 Çarşamba

kedi hanımın haberi yok....

minik dostum,
evsizlerden.
ama çok da gururlu,
arsız değil.
gözlerinde hep o hüzün,
belki de terkedilmiş.
bilemiyorum...
bebekleri vardı iki tane;
biri sarı diğeri kendi gibi bembeyaz.
her sabah selamlaştık eğilip sarktığım terastan.
akşamları da paylaştık,
köşebaşında;
tavada, ızgarada pişenlerden ne varsa ...
ismi yoktu.
yada vardı,
bir zamanlar.
bilemiyorum....

tutku....

bu yaz tuttum bunu...
görür görmez tutuldum...

5 Eylül 2006 Salı

bir eksik bir fazla....

bir mum daha eklendi
ve
dilek tuttum üfledim...
saçlarımdan sular damlarken
alnımda deniz gözlüğüyle
sonra
Eddy Arnold söyledi benim için;
yesterday
when I was young.....
günlerden pazardı
aylardan eylül...

oskaoskaoska

! dur biz de gelelim
? gelmeyin giderim
! gelelim gelelim
* niye gidelim ki ben burdan giderim
? ikiniz de gidin ben giderim
! dur geliyorum gitmeyin
* allah allah niye gitmeyelim sen git biz gideriz
? bekle madem gideriz ama önce ben bir gideyim
* o gitsinsin canım ben de giderim sen zaten gidiyorum diyorsun..
? bekle biraz gidersin bir bildiği var herhalde
! hadi sen git madem biz de gidelim
? ben gidiyorum ne haliniz varsa görün..
* bir dakka bizi de bekle.....

! dursana geliyoruz biz de....

birdir iki...

* tahmin et ne oldu?
? ne oldu?
* hayatta bilemezsin?
? sor...!
* söyle...!
? ipucu ver...
* al...!
? buy mu ?
* eveeeettt..
? üstüne de şuy mu...?
* nasıl bildin oralardan buralara...hayrete değersin?
? sen de...

bile bile....

ladesim lades olsun mu?
olsun tabii....
tavuğu görelim...!

biz geldik....

yanılıyorsun...
tez icabı...
moda ya...!
yada trendy diyeyim, daha çok seversin...
değil mi?

4 Eylül 2006 Pazartesi

çok hoş buldum...

döndüm
evet
tatil bitti
yaz da öyle
sonbahar benden önce gelmiş ankara'ya
üşüdüm biraz....

8 Ağustos 2006 Salı

tatil bit-me-di...

gözümün çapağında denizin tuzu,
ayak bastım doyduğum yere,
misafir sayılırım ama hala,
geldim ama gideceğim yine,
sonra kısa bir süre sonra,
uzun bir süre gitmemek üzere döneceğim yine doyduğum yere..
beni bu gün misafir kabul edene ve klavyesine borçluyum bu merhabayı..
leylekler...
bu yaz biraz yoruldum bu gitgellerden..


14 Temmuz 2006 Cuma



çok gerginim,
şimdi şu an, yarın akşamı yaşıyor olmayı isterdim..
yarın yedi saat direksiyon başında geçecek..
offff...

uzun yol sürmeyi hiç ama hiç sevemedim,
karnımda kelebekler uçuşuyor,


kedi hanımım;
ayrılacağımızı hissetmiş olmalı ki
mırmırmırmıır yanımdan ayrılmıyor....
bizimle gelme şansı hiç yok,
evimizi o bekleyecek,
tavsiye edilen yer ile görüştüm ama...
bırakamadım, içime sinmedi,
dönüşte bebekleriniz olabilir dediler....!
kısırlaştıralım dediler,
cins değil, sıradan bir sokak kedisi,
ne yapacaksınız yavrulamasın dediler,
kedi hanımım bu sözleri duysa gücenirdi biliyorum..

az önce kucağıma alıp durumu anlattım;
neden bizimle gelemediğini açıkladım,
kendine sahip ol, hastalanma, üzülme,
canını sıkma, dişini sık dedim,
zaman çabuk geçiyor öğreneceksin sen de artık dedim,
ona yemegini verecek olan ablaya karşı ayıplar edip
ricamızı kabul ettiğine pişman etme diye ekledim,
beni gözünü kırpmadan dinledi..
türkçeyi biliyor ve anlıyor ...!

iki yazdır tatile zoraki çıkıyorum,
böyle şey olur mu???
oluyor işte...
dua et benim için...





13 Temmuz 2006 Perşembe

...

The stars were out to play,
The moon was shining bright.

10 Temmuz 2006 Pazartesi

sen hala cin hikayelerine inanıyor musun yoksa ?

fıkra aynen şöyleydi;
cin şişeden çıkıyor ve kadına dile benden ne dilersen diyor,
ancak bir şartı var;
"kadın ne isterse iki katı kocasının olacak"
kadın tamam diyor sevinerek...
ilk dileği geliyor;
"çok zengin olmak istiyorum"
dev kabul ediyor kadının bu dileğini ama uyarmayı ihmal etmiyor;
kocana bunun iki katını vereceğim....!
tamam diyor kadın, olsun....
ve ikinci dilek geliyor;
"çok güzel olmak istiyorum"
dev bunu da kabul ediyor yine uyarıyor;
kocanda çok yakışıklı olacak ama
tamam diyor kadın, olsun...
veeeeeeeeeeeeeeee
sıra üçüncü ve son dileğe geliyor...
evet diyor cin, son dileğin için ne istiyorsun?
son dilek de geliyor kadından kırıtarak;
"şöyle hafif bir kalp spazmı geçireyim...!!!!!!!!! "

fıkra böyle bitiyor...
hahahahah hahahahha hahhahaha.............
kahkalar çınlatıyor ortalığı,
ay ne zeki kadın ya....diyor dinleyen kadınlardan yaşlı ama kokoş olanı...
genç ve kokoş olanı destekliyor peşinden yaaaa ne zeki kadınmış hakkatten....
anlatan adam ise güldürebilmekten mutlu mesut,
evet diyerek tasdikliyor kadınlar zekidir.....

midem çok bulandı,
soğuk içmiştim,
galiba midem üşüdü,
ondandır...

7 Temmuz 2006 Cuma

sarpasaran şey....

kaç tane oldular saymadım ama
ne dokuzu...!
kesin dokuzdan fazladır...
ki o kadar sıkıldım,
o kadar olur....

5 Temmuz 2006 Çarşamba

soguk mor......


lütfen buyrun...
bu da bizden....
yine yeni bir taverna gecesi daha huzurlarımızda..
yunanca şarkılar, kırık dökük bir türkçeyle söylenen yunancadan tercüme türkçe şarkılar..
ah sirtaki olmaz olur mu tabii o da var...

bir sempatiğiz bir sempatik, bu kadar olur daha fazlası olamaz..

geçenlerde yeni yetme bir kız erkek arkadaşına aynen şöyle söyledi;
offff yaaa bık geldi senden ama...
"bık geldi"
bu bıklar nedense bir geldi mi postu öyle bir seriyor ki yerinden kaldırıp gönderebilene aşk olsun...

onlar da, oralarda bizim gibi kırık dökük bir lisanla türkçe şarkılar söyleyip,
harmandalı yada kılıç kalkan oynuyorlar mı...?
yoksa bu umutsuz yada ümitsiz aşk tek taraflı mı ?

şu işten güçten fırsat bulsam gidip bi bakıp gelicem...

30 Haziran 2006 Cuma

pati..


yalnızca yaşar;
uzak, dingin ve bilge
sempatik olma kaygısı olmadan ..

29 Haziran 2006 Perşembe

a aaa...........



“UNUTMA ÇOCUĞUM!”
* Çalışma için uygun gün ve saat bekleme!
*Bir günde yapman gereken bir işi ertesi güne bırakma!
*Bir zamanda yalnız tek bir iş yap!
*Başladığın bir işi bitirmeden başka bir işe başlama!
*İşini bitirdikten sonra ertesi gün ne iş yapacağına karar ver!
*Bir işe başlamadan evvel o iş üzerinde iyice düşünüp hesapla!
*Çalıştığın bir iş üzerinde herhangi bir güçlüğü yenmeden bir adım bile gerileme!
*Devamlı ve plânlı çalış!
*Dinlenmek için işini değiştir veya yavaşlat!
*Fikrî çalışmaya, günde 2-3 saat yeterlidir.
*Sakin ve metin ol, fakat acele etme! Sindirerek çalış ve öğren!
*Gece yatarken, ertesi gün ne yapacağını kendine sormadan uyuma!
*Her gün iyi bir eserden yüksek sesle 5-10 sahife oku!
*Rastladığın edebî, bilimsel bazı; güzel parçaları ezberle!
*Sabırlı ol genç dostum!
*Her şeyden evvel, ana dilini iyi konuşmayı ve iyi yazmayı öğren!
*Dikkat et! Sözlerin ve yazıların kısa, açık ve anlamlı olsun.
*Çalıştığın konuları bitirdikçe, okuduğunu ezberden özet hâlinde not et!
*Okuduğun bir kitapta rastladığın güzel bir parçayı sahifesini işaret ederek not al!
*Bir işi yaparken kararsızlığa düştüğün vakit, faydası çok, zararı az olan şıkkı tercih et!
*Bir işe öfkeli ve sinirli iken karar verme!
*Çok konuşma! Yerinde ve özlü konuş!
*Kimsenin yüzüne karşı söyleyemediğini arkasından söyleme ve bil ki arkadan konuşmak korkaklığın en kötü şeklidir.
*Kimsenin cahilliğini yüzüne vurma! Bil ki insanları en çok kızdıran ve gücendiren, cahilliklerinin yüzlerine vurulmasıdır.
*Yalan söyleme! Yalan söyleyen yakalanma korkusu içinde yaşayan hırsız gibidir.
*
Daima olduğun gibi görün, göründüğün gibi ol! Olduğundan fazla görünmek isteyen, kendi ahmaklığını göstermiş olur...

çocuklara öğütler..!

özellikle sonuncu maddeye bayıldım.

acaba bunları yapması istenen yada beklenen çocukların ebeveynleri yada sağındaki solundaki büyükleri bu maddelerden kaçının yanına işaret koyabilir " yap- arım/ ıyorum" diye

adı üstünde; çocuk bunlar ....!

üç otuzunda değiller ki...

27 Haziran 2006 Salı

telepati değilse ne olayım....

bu mesaj gecenin bu vaktinde hiç gelmeyecekti,
şimdi çok uzaklarda bitmiş işlerin huzuru içinde çalıp söylüyoruz denmeyecekti,
cevaben yazdığım mesajdaki istek parçası,
çalan telefona alo dediğimde bana dinletilmeyecekti....
çalışıyordum ben gecenin bu saatinde,
hadi bakalım devam et edebilirsen ,
antrakt....
bir çay daha koyabilirsin mesela bardağına,
yanında da bir sigara,
uzat şöyle ayaklarını,
gözün dalsın şehrin ışıklı gece manzarasına,
sabaha daha çok var nasılsa..
lütfen devam et böceğim yoruluncaya kadar söylemeye çalmaya....
biliyorum istek şarkı almıyorsun...

karınca kardeş argın yorgun uykusunda mıdır ki şimdi...?

el ayak çekildikten
ve ortalık durulduktan sonra,
ev haliyle,
gündelik kıyafetleri içinde,
sahne alır
ve başlar konserine cırcır böceği...
hep aynı perdeden,
ve tek bir notayla çalınan
en harika canlı solo performanstır,
serin yaz gecelerinde.....
bir de grupları var ki..
kırkta yılda bir çıkarlar,
çok nazlıdırlar...

25 Haziran 2006 Pazar

mis...

hala serin burada akşamlar,
gecenin ilerleyen saatlerinde titretiyor hatta..
dışarıdan içeriye girince sarıp sarmalayan sıcaklığa bayılıyorum böyle zamanlarda,
ama bu bayılma hali çok uzun sürmüyor,
ince bir hırka takviyesiyle hadi balkona;
dolaptan yeni çıkmış buz gibi bir içecek, vee iç kıyılmasını giderecek leziz ince bir dilimle birlikte...
bu hafta sıkı çalışmam lazım,
şu tembel dananın kuyruğu kopsun artık...

şen ola...


merhaba.....!
ne sihirli bir sözcüktür bu,

kapılar açtırır insana..
kapı zili gibi mesela..
zırrrr,
gelen konuğun içeri girmesi yada kapının eşiğinde kalması karşılayanın karşılayış şekline,

karşı taraftan bakacak olursak karşılanın karşılanış şekline bağlıdır,
sonrası kendiliğinden gelecektir nasılsa..

çok rahat olduk çoook rahat,
sınır, çizgi, çap, çember, yol, yöntem, usül, erkan, patavat vs. kalmadı,
o çekinmeler, utanmalar, ne düşünür ne derler,

rahatsız eder miyim kiler, hakkımda ne düşünürler..
hepsi hepsi tarihe karıştı artık.
bir rahatlık, bir sınır tanımazlık, pompayla şişirilmiş neredeyse patladı patlayacak yapmacık bir özgüven sonrasında neoldumculuk, benimcilik, sendekimsincilik, birbenvarımcılık, sendeolabilirsinbelkidenedegörelimcilik,

takmış çantasını koluna gidiyor salına kırıta..
nereye dersin?..
inan bilmiyorum...!


gecen akşam yolda yürüken bir yandan da hararetlenmiş bir şekilde konuşuyorduk,
ben kendimi kaptırmışım, yüksek sesle anlatıyorum,
o da kaptırmış aynı tonda, kah katılıyor kah itiraz ediyor,
bu şekilde gidiyorken arkamızdan biri seslendi o sihirli sözcüğü kullanarak;
"merhaba hanımefendi",
çok haklısınız siz ...! diyerek kolumu tuttu,
boş bulundum, irkilerek kendimi çektim,

gecenin bir vakti, işlek bir cadde ama tenha o saatte,
kendini belli etmeden, hissettirmeden konuşmamıza kulak misafiri olan, bununla da yetinmeyip bir de müdahil olan kişi 40-45 yaşlarında , derli toplu giyinmiş, düzgün bir türkçeyle gözümüzün içene bakarak ve gülümseyerek konuşan bir bayandı.
kusura bakmayın dedi kolumu bırakıp omuzumu anaç bir şekilde tutarak,
söylediklerinize katılıyorum, ben de çok üzülüyorum, fena çok fena, düzelir mi dersiniz ?, ben emekliyim, falan yeri bitirdim, filanca yerde hizmet verdim, oradan da emekli oldum, bizim zamanımızda da olurdu böyle şeyler ama bu boyutlara gelmemişti daha, sizin adınıza üzülüyorum inanın bana......
bu arada o kadar seri konuşuyor ki araya girmek, lafını bölmek ne mümkün,
siz nerede çalışıyorsunuz ?dedi, cevap vermedim zoraki gulumseyerek,

niyetim iyi akşamlar deyip oradan bir an önce uzaklaşmak,
aynı soruyu ona da sordu, ben arkadan kolunu çekiştiriyorum ama nafile..
cevap verdi çok lazımmış gibi,
benden alamadığı cevap için tekrar bana döndü; siz de mi aynı yerdesiniz ?,
yine cevap vermedim,
bıraksak orada ayaküstü oturma odası sohbeti başlayacak, gelmişimizden, geçmişimizden....
hadi dedim gidelim artık biz..
rahatsız etmedim sizi umarım , kusura bakmayın dayanamadım işte dedi biraz bozularak,
kendinize iyi bakın olur mu dedi sevecen bir ifadeyle...
olur tabii....
siz de iyi bakacaksınız ama...iyi akşamlaaaaarr....

vedalaştık..
niye söylüyorsun dedim nerede çalıştığını, tanımadığımız biri, ne gerek var ki...
bir şey olmaz dedi, benim tepkim karşısında biraz da tedirgin olarak...
bu kadın nereden çıktı sahi dedi, bir anda arkamızda bitiverdi, ne garip değil mi?
patavatını kaybetmiş dedim,
ilginç bir kadındı dedi, bıraksan anlatacak pek çok şeyi vardı, pek de
sıcakkanlıydı..!
çok var dedim yaşlı yada genç - kadın yada erkek, her yerde üstelik,

sosyopat olma yolunda hızla ilerliyoruz farkında değilsin galiba sen?



24 Haziran 2006 Cumartesi

cipciddi.....

"gördüğünü yazmalısın, görmek istediğini değil"
demiş vaktiyle birileri birilerine..

***
yazarak ifade etmeyi okuması yazması olan herkes becerir,
ama söz konusu edebi yönü olan bir anlatım ise;
yetenek ister, dilbilgisi ister, hayal ve gözlem gücü ister..
üsttekilere ilaveten;
dürüstlük ister, vicdan ister, edep ister, haddini bilmeyi ister..
hele ki okuyacak olanın etkilenmesinin istenildiği durumlarda,
yada bilgilenmesinin...
***
son okuduğumu hala düşünüyorum da,
etkilenmedim desem yalan olur,
nasıl böyle bir şey olabilir ?.....
alışık olunmayan bir durum,
ki artık olanlar karşısında çoğu zaman "normaldir" deyip şaşırmazken bile....
"oluyor işte" mi ? diyelim,
yoksa "olmasını istediği gibi yazıyor işte" mi ?
ne dersen de ....
***
bu sabah okuduklarımı düşünüyorum,
etkilendim desem yalan olur,
çünkü öyle değil, biliyorum...
yazılanlar ile yaşananlar farklı,
gördüklerini değil, görmek istediklerini yazıyorlar...
"her gördüğüne ya da duyduğuna inanma" mı diyeceğiz ?
yoksa
"her yazanın yazdıklarına inanma" mı?
ben gördüklerime ve ilk ağızdan duyduklarıma inanıyorum...
ve dürüstlüğünden emin olduklarıma...