31 Mayıs 2006 Çarşamba

tercihler tartışılmaz...


kimi elmayı dalından yemeği sever,
kimi komposta yapıp yemesini.

........


statement of the obvious

müsait yer olsa da olmasa da inecek var...!

artık ayakları üzerinde durabiliyorlar,
her biri farklı telden çalıyor ama güzel şeyler çıkıyor.

onlar için yolun üçte biri geride kaldı,
şimdi önlerinde yol ayrımı var; tabelası yok..
ama onlar biliyorlardı ki zaten olmadığını, hiç bir zaman da olmayacağını..
razıydılar; nedenleri farklı..
canım fena sıkılıyor,
henüz haberleri yok,
kim söyleyecek, nasıl söyleyecek ; yaz günü kar yolları kapamış..


28 Mayıs 2006 Pazar

ankara'da bir mayısakşamısefası..

hakan salınmış & ebru saçar


erol demiröz & hakan salınmış


geçen akşam "mançalı don kişot" un sergilendiği oyundaydık.
sezonun son oyunuydu ve farklı bir versiyondu..
don kişotun ölümünden sonra biraraya gelen dostlarının onu ve onun maceralarını yad ederken bir anda kendi aralarında rol dağılımı yaparak tekrar eski günlere dönmeleri üzerine kurgulanmıştı.
don kişot rolünde hakan salınmış, sanço panza rolünde erol demiröz, hem düşesi hem de dülsinyayı oynayan ebru saçar harikaydı.

ebru saçar mimikleriyle bir çok sahnede konuşmadan da pek çok şeyi anlattı..
dekor ve kostümler son derece yalın ve mütevazıydı, don kişotun folyo araba güneşliğinden yapılmış zırhı oyunun kostümcüsünün ince espri yeteneği hakkında fikir vermeye yetiyor da artıyordu.
keza kişotun atı, dük ve düşesin üzümlü, patlıcanlı, armutlu kırmızı kaftanları, oyuncuların ellerinde döndürdükleri ve dönerken güzel kokular yayan yel değirmenleri de gayet hoştu.
merhametmaap don kişotun gümüş ay şövalyesi kılığına girmiş sahtekar, hain ayrıca kıskanç ve dahi haris hemde hasis dük ile -dülsinyanın dünyanın en güzel kadını olduğu iddiası üzerine- giriştiği düelloyu başlamadan kaybedişi ve itiraz bile edemeden yenilgiyi kabullenişi, sanço panza ile mücadeleden vaz geçerek çaresiz geldiklere yere dönmek zorunda kalışları ve dönüş yolunda kendisine dülsinya diye tanıtılan kadının gerçekte dülsinya olmadığını sanço panzadan öğrendiğinde yaşadığı müthiş hayal kırıklığı gözlerimin dolduğu anlardı..
oyunu ilk sıradan pür dikkat izleyen 8-10 yaşlarındaki iki kız çocuğu ilk perdede gayet umut vericiydi ancak ikinci perde başladıktan sonra oyunu ilk perdedeki gibi ilgiyle ve dikkatle izlerken bir yandan da ellerindeki cips paketinden hışır huşur cips yemeleri ve büyüklerinin onları uyarmayışları gayet üzücüydü.

izlediğimiz don kişot; gereksiz ve yersizce kahramanlık yapan, işgüzar, çılgın hatta delibozuk, bunak bir don kişot olarak değil,

-ki ne yazık ki halk arasında don kişot'un anlamı böyledir; ciddiye alınmayan, küçümsenen, alay konusu olan hatta bazen aşağılanan şekildedir-
erdemlerini savunan, haksızlığa savaş açıp düzeltmeye çalışan, yardıma muhtaç olanın yanında yer alan, her insana nasip olmayan düş gücüne sahip, düşlerini gerçekleştirmede tutkulu, kararlı ve yürekli bir don kişot olarak yorumlanıp sahnelenmişti
.
aradan dörtyüz yıl geçmişti ama aramızda hala kanlı canlı don kişotlar ve sanço panzalar yaşamaktaydı, nice düklerin, düşeslerin, dülsinyaların yaşadığı gibi.
ancak bir fark var; don kişotların ve sanço panzaların sayısı giderek azalıyor, dükler, düşesler, dülsinyalar ise fütursuzca artıyor...



bir ki üç

sekiz kişiydiler..
gülümseyerek bakmışlardı objektife,
riya yoktu gözbebeklerinde,
doğru dürüst, abartısız, mütevazı,
birbirlerinin ve insan olmanın değerini bilmekteydiler,
kimlikleri cüzdanlarının,
cüzdanları ise beyinlerinin yedi kat dibindeydi,
onlar için birarada oluşları değerliydi,
önce kendilerine,
sonra birbirlerine inanmışlardı...

onları ben çektim,
balalaykanın tremolalarıyla titreyen,
sözsüz bir akdeniz ezgisi eşliğinde...

25 Mayıs 2006 Perşembe

ömür (başındaki k harfi düşmüş..!)

müziği açtı;
ısıtıcıda kaynattığı suya karıştırdığı kahvesi kupasıyla yanıbaşındaydı...

hafif hafif esen yaz gecelerinde en sevdiği şeylerden biri de şen şakrak sofralarda sevdikleriyle bir arada olmaktı...
yemeğin sonunda közde sabırla pişirilen köpüğü az türk kahvesini hep aynı keyifle yudumlarlardı...

üzerinde mangal kömürü yazıyordu,
alelade bir paket içinde, olması gerektiği gibiydi...
bu iyisidir sen bunu al demişlerdi,
o da almıştı..
kullandıkça anlayacaktı ; fersiz, keyifsiz, kıvılcımsızdı....

kalorisi düşüktü.


yine dostlarla paylaşılan bir akşam sofrasında sıra közde köpüklü kahveye gelmişti,
bu, onun çok severek yaptığı bir şeydi..
bakır cezveye suyu ve kahveyi koydu, közün üzerine yerleştirdi,
kurumuş zeytin dalından çomakla şöyle bir toparladı, karıştırdı,
tahmin ettiği gibi közün feri çoktan geçmişti..
yanaklarını havayla doldurdu,
külleri sağa sola savurmamaya özen göstererek puff pufff üfledi,
hadisene dedi içinden, hadi allahın cezası....
ı ıhh nafileydi,
közde kıvılcımdan eser yoktu,
kendini bile ısıtamıyordu artık, kahveyi nasıl pişirsindi,
ellerini üzerinde gezdirdi; sıcaklık hissetmedi,
köz kül olmuştu artık...
temizlenmesi gerekti..
usandığını hissetti,
içeri mutfağa geçti,

ocağın en büyük gözüne cezveyi yerleştirdi,
düğmeyi çevirdi,
gür bir alevle cezve çevrelendi,
oysaki o sabırla közde pişeni,
sabırla közde pişirmesini severdi,
içini çekti, gözleri alevin parlak ışığına kenetlendi...

24 Mayıs 2006 Çarşamba

traffic....

buralar bu aralar iyice ısındı,
sizde de öyle mi bilmiyorum....
bize yaz geldi...
yazlıklar çıktı,
kimsenin sırtındaki fazlalıklara tahammülü yok artık,
soyunup dökündüler,
yeterince bunalmış olmalılar ki daha fazlasını istemiyorlar,
hak veriyorum; bilabedel.

baharlar yok artık,
siz de farkındasınızdır,
yaz var bir de kış,
ya terliyoruz, ya titriyoruz .
bahar geldim dedi,
sevindik, buyur ettik; sana güzel bir çay demleyelim 5 ayrı çaydan harman,
işim var acelem var dedi, kimse kusura bakmasın, gidiyorum, yaz yolda, varmak üzeredir şimdi, beni burda görmesin, kızar kavurur sonra, son zamanlarda bir kaprisli sormayın diye ekledi..

ve mis kokulu güzelliğiyle papatya taçlı başını aldı gitti..
arkasından baka kaldık...

etrafımdaki yüzler asık,
gözler yarı kapalı,
hareketler ağır aksak,
ruhlar argın yorgun,
yapılan işler kerhen,
bir telaş gevşemeye başlandı,
yaz geldi tüm haşmetiyle,

hiç gitmesin..
bayılıyorum ona...
hatta tapı-yorum..









23 Mayıs 2006 Salı

1 benim olsun mu?

birbuçuk ay bir şey değil...
çabuk geçer,
fır fır....

süre yada nasıl geçtiği değil önemli olan,
sonunda neyin gerçekleştiği
yada gerçekleşemediği önemli..
üzülür müyüm?
.......................
hayır!

21 Mayıs 2006 Pazar

yarın işbaşı


gezelim dedik,
gezdirdiler,
görelim dedik,
gösterdiler,
sorduk,
söylediler,
yeri geldi kahkahayla coştuk,
yeri geldi gözümüz doldu tutamadık,
hayran olduk bayıldık,
içimiz acıdı, kahrolduk,
gözümüze inanamadık, içimize sığdıramadık,
heyecanlandık, gururlandık,
tanıştık, tanıştırıldık,
sürprizlerle karşılaştık,
yazdık, çizdik, görüntüledik,
zaman hep az geldi,
gittik,
geldik,
bir daha kimbilir ne zaman ?
ama istiyorsak olur...

elde 1 değil 2 var;
biri bizden size hediye, diğeri sizden bize hediye..
ben daim olsun diyorum,
sen de baki kalsın de..

yarın işbaşı...
merakla yolumuzu gözleyenler var,
bir de özleyenler...

12 Mayıs 2006 Cuma

....................


yazısız...




bu da..

güneş batıdan doğabilir mi mümkünse..?




















geldim
ama
yine gidiyorum,
döneceğim..


bi de,
bi beş yıl sonrasına gidip gelebilir miyim ?,
lütfeen...
bi bakıp hemen dönücem.. söz..