30 Eylül 2006 Cumartesi

ramazan akordeoncusu....



öğle üzereydi...
okuduğum yazıdan başımı kaldırıp dışarıdan gelen ezgiye kulak kesildim..
aynı anda ayaklarımın dibine kıvrılmış olan kedi hanım da öyle...
yerimizden kalkıp pencereye yaklaştık, müzik aşağıdan geliyordu...
yukarıdan aşağıya baktığımızda, o da başını kaldırmış yukarıya bakıyor ve bir eliyle gel gel işareti yapıyordu......

üst katlarda da kendisini izleyenler vardı belli ki...
kocaman, eski bir kırmızı akordeonu san-ki şevkatle kucaklamıştı..
ustalıkla çalıyordu; "la vie en rose" u......

üzerinde salaş jean giysileri vardı...
yaşı 20 den bir kaç fazlaydı...
çok hoşuma gitti; çalgıdaki ve müzikteki tercihi, rahatlığı, sevimliliği....
O, bir "parizyen"di...
hani şu metro istasyonlarında düzeneğini- tek kişilik orkestrasını- kurup büyük bir ciddiyetle çalan yada her istasyonda vagonları dolaşan ve bahşiş toplayan triolar gibi...
O, şimdi bizler için alışık olunmadık bir görüntü sergilemekteydi..
kaldırımlara oturarak çalan ve önüne mendil açan yada kutu koyanları saymıyorum, onlara aşinayız artık..
ama bu sefer farklıydı..
başı sürekli yukarılarda, camlarda bir süre çaldı çaldı çaldı....
belli ki karşılığında bahşişini istiyordu...
eliyle yukarıdan çağırdıkları da yanıtlamadı onu...
bir yan girişe sonra diğer girişe yöneldi çalmaya ara vermeksizin...
ancak umduğunu bulamadı....
sonra sitemizin babacan, yaman apartman görevlisi -bir yandan sırtına ceketini giyerek- yan girişten dışarıya çıktı,
özcesur gence doğru hamle yaparak ilerledi...
özcesur genç onu görünce arkasını döndü,
çalmaya devam ederek uzaklaştı...
arkasından baktım...
umudunu kaybetmemesini istedim...
hiç bir zaman...
çünkü henüz çok gençti....

anti-tez

bilmezdim,
kelimelerin bu kadar kifayetli olduğunu...
o kelime,
sadece tek bir kelime;
kulplu çay bardağındaki buz küpünün üzerine akıtılan bergamut kokulu demli çay misali...
kalbimi eritti.....

şekerle sen de..

yer gök ıslandı akşam saatlerinde ....

arap kızı camdan bakmaya korktu; şimşekler çaktı, gök gürlüyordu...


derken ağır bir hava; uyku havası çöktü şehrin üzerine....


değerlendirebilenler, değerlendirdiler......

29 Eylül 2006 Cuma

Mona Lisa'nın sırrı...


Yıllar önce Louvr müzesinde Mona Lisa tablosunu gördüğümde derin bir hayal kırıklığına uğramıştım..
Aynı salonda duvar boyunca yer alan devasa eserleri gördüğümde gözlerim kamaşmış, karşısına geçip büyük bir hayranlıkla uzun uzun seyretmiş, resmini çekmeye çalışmış ama vizöre ne yazık ki sığdıramamıştım..tabii o zamanlar dijital fotoğraf makineleri yoktu henüz....
sonra sıra Mona Lisa tablosuna gelmişti..
bu mu ? demiştim ; önünde onlarca japon turist flaşsız makineleriyle resmini çekmeye çalışıyorlardı ve üstelik tablo camdan bir muhafaza ile korunmaktaydı...
Bir fırsatını yakaladığımda resimden anlayan bir profesyonele sormuştum, Mona Lisa'nın abartılı bulduğum değerinin ve öneminin nereden kaynakladığını; aldığım yanıt ressamın tekniği üzerineydi ve beni tatmin etmemişti..
vardı bir sırrı ama neydi....?
geçen hafta, tesadüfen elime geçen ve yıllar önce (1958) kaleme alınmış bir yazıdan öğrendim ve artık biliyorum neden bu kadar önemli ve değerli kabul edildiğini......
işte hikayesi.....

Leonardo da Vinci resmini yaptığı her şeyde bir ruh arar ve onu ifade etmeye çalışırdı. Kader ona bu merakını tatmin etmek ve en güçlü eserini yaratmak için Mona Lisa'yı gönderdi.
Floransanın zengin tüccarlarından Francesco del Giocondo güzel karısının bir portresini yaptırmak istedi. Leonardo da Vinci, atelyesine kocasının kolunda gelen Mona Lisa'yı uzun uzun süzdükten sonra teklifi kabul ettiğini söyledi.
Ertesi gün hazırlıklara başladı. Yapacağı eser için önceden etütler yapardı. Mona Lisa'ya da en güzel pozunu verdirtmek için ezberinden onun çeşitli pozlarda çıplak resimlerini yaptı. Sonunda, ardından gelen birçok ressama örnek olacak olan kompozisyonu kurdu. Artık esas çalışmasına başlamak için hazırdı.
Uşağı ile Mona Lisa'ya haber göndererek poz vermesi için gelmesini rica etti. Mona Lisa yanında bir hizmetçisi ile atelyeye geldi. Üstadın önceden etüd ettiği pozu aldı. Çalışma sırasında ressam kendisine uzun uzun bakıyor, fırçasını tuvale pek az oynatıyordu.
Sadece akşam üzerleri çalışıyorlardı. Leonardo'ya göre günün bu saatlerinde güneşin doğayı sarıya boyayan ışıkları çekilir, her şey gerçek renkleriyle görünürdü.
Çalışma çok ağır ilerliyordu. Bununla beraber eser tamamlanmak üzereydi . Dinlenme zamanlarında Mona Lisa resmin karşısına geçiyor, onu hayran hayran seyrediyordu.
Ancak Leonardo sonuçtan memnun değildi. Gerçi Mona Lisa'nın fiziki güzelliğini resmetmişti ama onun yüzünde bir mana, bir ruh bulamamıştı. Halbuki o fiziki güzellikten çok bir ruh ressamıydı.
İnsan yüzü, iç aleminin aynası idi. Bu aynada, o alemde olup taşan sevgi, şefkat, kin, nefret gibi fırtınaların izlerini görmek mümkündü. Nedense Mona Lisa'nın güzel yüzünde bu duyguların hiç birinden eser yoktu.
Leonardo bir ara müziğin insan ruhu üzerindeki etkisini düşündü. Atelyesine Floransa'nın tanınmış şarkıcılarını ve çalgıcılarını topladı. Bir yanda lirik Napoli şarkıları, neşeli Toskana türküleri çalınıp söyleniyor, diğer yanda bunları dinleyen Mona Lisa, Leonardo'nun karşısında oturuyor, poz veriyordu.
Böylece günler, haftalar, aylar geçti. Mona Lisa farkına varmadan Lonardo'nun yüzünün bütün hatlarını adeta ezberlemişti. Yalnız kaldığı anlarda gözünü kapadığında karşısında kocasından çok Leonardo'nun hayalini görmeye başladı.
Mona Lisa'nın hizmetçisi bir gün hanımının bir kaç ay için poz vermeye gelemeyeceği haberini getirdi. Kocası ile Sicilya'ya gitmişlerdi.
Leonardo işinin yarım kalmasına üzülmedi. aslında yapılacak çok işi, gerçekleştilmeyi bekleyen projeleri için zamana ihtiyacı vardı.
Bundan başka Mona Lisa'nın manasız yüzü ona artık sıkıntı vermeye başlamıştı.
Bu yüklü çalışma temposu arasında aylar çabucak geçti. Leonardo bir gün Mona Lisa'yı karşısında buldu. İçinde çalıştıkları atelye, pencereden giren ışık, akşam saatlerinin içe dolan sessizliği hepsi eskisi gibiydi. Hiçbir şey değişmemişti. Yalnız değişen bir şey vardı; Mona Lisa'nın yüzü..
Evet, bu yüzde eski bir sevdiğine kavuşmanın sevinci vardı. Durgun bakan gözlerde içerde kopan fırtınaların pırıltıları yanıp sönüyordu, bir gönül hazzının ifadesi olan tatlı bir tebessüm güzel yüze harika bir anlam veriyordu.
Leonardo, modelinin kendisine aşık olduğunu anlamakta gecikmedi. Mona Lisa dokunaklı Napoli şarkıları dinleye dinleye, böyle bir atmosfer içinde Leonardo'nun yüzünü seyrede seyrede farkına varmadan ona aşık olmuştu. Geçen birkaç aylık ayrılık bu aşkı büsbütün alevlendirmişti.
Leonardo bu durumdan sanatı adına azami şekilde istifade edecekti. Hiçbir şeyin fakına varmamış gibi çalışmaya başladı. Mona Lisa yine sevdiği adamın karşısına oturuyor, tatlı hülyalara dalıyordu.
"Sanatın sırrı sebattır" diyen Leonardo, için için duyulan gizli bir sevginin en masum ve temiz ifadesi olan esrarlı bakışları ve ilahi gülüşü ifade için tam dört sene çalıştı.
Konuşmaksızın duyularak yaşanan, çalışmakla geçen dört yıl....
Keskin bir zekaya sahip olan Leonardo'nun şüphesiz hassas bir kalbi vardı. yaşının ilerlemiş olmasına ve güçlü iradesine rağmen bu kalbin yakınında yanan bir ateşle ısınmış olmamasına imkan yoktu.
Nitekim ihtiyarlık yıllarında yaşanan olaylar bunun doğruluğunu göstermektedir.
Fransa Kralı I. François Milano'yu işgal edince Leonardo'nun atelyesini ziyaret etti. İhtiyar ressam krala bütün eserlerini gösterdi. Kral üzeri siyah bir örtüyle kapalı olan resmin kendisine gösterilmediğini fark etti ve kılıcının ucuyla örtünün ucunu kaldırdığında Mona Lisa'nın gülen gözleriyle karşılaştı.
* Üstat bu şaheser kadın da kim?
- Mona Lisa Giocondo majesteleri
* Bu resmi ne zaman yaptın?
- On sene evvel majesteleri
* Şimdi hala bu kadar güzel mi?
- Öleli çok oldu majesteleri
Bu son cümleyi söylerken ihtiyar ressam başını eğmişti. Bunun farkına varan Kral sözü daha fazla uzatmadı. Leonardo ile eserlerini beraberinde Fransa'ya götürdü.
Kral, ressamdan Mona Lisa'nın tablosunu kendisine satmasını teklif ediyor ancak ressam kendisine sükunetle cevap veriyordu. Kral fiyatı düşük bulduğu için sustuğunu zannederek her seferinde altın sayısını yükseltiyordu. Nihayet bir gün reddedemeyeceğini düşündüğü bir miktarı vererek tabloyu dairesine taşıttırdı. Fakat hayret edilecek şekilde ihtiyar ressam her zamanki gibi olumlu yada olumsuz hiçbir şey söylememişti.
Kucağında altın kesesi ile odasına dönen Leonardo'nun o günden sonra davranışları değişti. Bütün gün odasına kapanıyor, kendisine hizmet edenleri ve ziyaretine gelenleri tersliyor, geceleri buhranlar geçiriyor, sabahlara kadar acılar içinde kıvranıyordu.
Nihayet bir gece çılgına döndü, yatağından fırlayarak masanın üzerindeki altın keseini aldı, kralın dairesine koştu. Nöbetçiler ona engel olmak istediler ancak Leonardo'yu durdurmak imkansızdı.
Uykusundan uyanan Kral, Leonardo'yu yanına kabul etti. Suçlu bir çocuk gibi kralın huzuruna çıkan ressam elindeki altın kesesini bir kenara bıraktı;
- Majesteleri size altınlarınızı getirdim, Mona Lisa'yı geri vermenizi rica ediyorum. Eğer birkaç sene daha yaşamamı istiyorsanız onu bana geri veriniz.
Şair ruhlu bir kral olan François uzun uzun ihtiyar ressama baktı;
* Sizi anlıyorum üstad. Mülkiyeti saraya ait olmak üzere Mona Lisa'yı yaşadığınız sürece size bırakıyorum...

Leonardo'nun Mona Lisa'ya karşı duyduğu bu derin ilgi sahibi için duymuş olduğu aşk mıdır? Yoksa bir sanatçının yarattığı eserine karşı duyduğu aşk mıdır?....kesin olarak bilinmemekle birlikte öldüğü zaman açık olan gözlerinin Mona Lisa'nın yüzüne bakmakta olduğunu düşününce Leonardo'nun da Mona Lisa'yı derin bir aşkla sevdiğine inanmak yerinde olur....


24 Eylül 2006 Pazar

miydi - muydu ??

(dün)



(bugün)
hafızamı zorladım,
zorlamadım değil ,
ama bu ekibi ilk kez ne zaman izledim? hatırlayamıyorum..
çocuktum, onu biliyorum ama..
merakcıl, araştıral ve eleştirel kişilik yapımın temel taşları o zamanlardan atılmaya başlamış olmalıydı;
koca koca babayiğit adamların, bir ellerinde kılıç bir ellerinde kalkan, çıkan seslerden ritm tutturarak oynayışlarını ürpererek izlerken altlarına giydikleri şortlara aklım yatmamıştı ne yalan söyleyeyim...
kumaş mı yetmemişti?
tasarrufa teşvik miydi?
oynarken sıcak mı basıyordu?
bacak hareketlerini mi kolaylaştırıyordu?
yiğidin malı meydandadır sözüne istinaden miydi?
hafiften -çok afedersiniz- teşhir durumları olabilir miydi?
yoksa kendine ve bacaklarına olan gereksiz* güven duygusu sonucu muydu bu ?
düşmanlarım** çatlasın olabilir miydi?
herneyse ne ; ben çözemedim...
ihtimaller daha fazla ciddiyetini kaybetmeden bitireyim..
yanlız söylemek zorundayım; bağışlayın ama hala merakteyim...
yıllar yılları geçti, şortların boyu uzamadı hala...
niye peki ???
* belki gereklidir ne bileyim ** bizanslılar

mor benekli kırmızı tavşan....

kezbaaan,
kızım hanımlara yolu göster....
camları da aç biraz,
havalansın....

cidden geldi yahuu...

**hani? hazırlık mazırlık göremiyorum...
**ram....
& sus, bak fena yaparım...

bitter...biter...


bana bir varmış de,
bir varmış,bir yokmuş deme!
içime dokunuyor.

C.Y.

23 Eylül 2006 Cumartesi

olacağı budur.....


veee....

ben geldim...!

ra.. diyeni vuracağım....
şimdiden önlemimi aldım,
dedi...
yok canım...niye ki ?
dedim....
dayanamıyorum artık dedi....
hiç bir şeyi dozunda, kararında, ayarında, tadında bırakmıyorlar ki...
bıktırana, kusturana, bunaltana,bayıltana, delirtene kadar .......,
çünkü uğraşacak uğraşıları yok bundan başka,
takmışlar kafaya, takılmışlar oraya,
dönemezler, göremezler, sezemezler, bilemezler artık;
ayıptır yahu..
dedi....
çooook hak-lısın !
dedim....

sahi gına nedir?

bağrı yanık klarnet sesinden
ve
ayak bacak görüntülerinden gına geldi....

nazire


ankara'nın mavisi


mogan

eymir

19 Eylül 2006 Salı

şerbeti ağdalı kabak tadı.....





kabak tadı verdi-n artık diyerek kabağı neden böyle aşağılamışlar ki acaba? halbuki kabağa gelene kadaaarrr.......
elbette bir hikayesi vardır ama ne yazık ki ben bilmiyorum....
herneyse; kabağın tahtı son zamanlarda sallanıyor sanki....
sallayan da sarı susamın saçını kestaneye boyatmış halini andıran keten tohumu...
bitkibiliminden anlamam ya, anlayan biri çıkıp da onlar zaten uzaktan akraba olurlar dese şaşırmam...
bundan birkaç yıl öncesine kadar keten tohumu, sararmış kitap sayfalarından piyasaya fırlayacağını, hatta meşhur olacağını tahmin eder miydi, etmez miydi bilinmez....
ama, bir kez piyasaya çıktı, hele bir de tutundu ya artık bıktırana, kusturana kadar keten tohumlu icatlarda bulunulacaktır; ekmek, kurabiye, kraker, cips, müsli, yoğurt, bal, çorba, salata, derken keten tohumlu son numara; falan markanın diyet biskuvisi....
not 1:ben bunları yazarken safiye soyman ile nişanlısı vardı ekranda......
not 2: sözü edilen kabak, cevizli yada kaymaklı kabak tatlısında kullanılan kabak-bilmeyen falan vardır hani.... kırk yılın kabağı ama olsun yine de...!
not 3: saat 02:33 ve benim hala uykum yok...

özziyaret....


elimi, ayağımı,

gözümü, kulağımı,
aklımı, fikrimi,
toplayıp döndüm yuvaya...
kalbimi üç harften oluşan iki isme emanet bıraktım..

harika bir pazartesiydi....
bütün başlara rağmen,
bir teşekkür borcum var ödenmesi gereken,
yük altında (çok afedersin) sadece eşek kalırmış ....!

13 Eylül 2006 Çarşamba

hı.?

bir tek sen varsın dört gözle beklediğim...
farkındasın değil mi...?

gözünüz yolda kulağınız bende olsun.....

az önce tüm hazırlıklar tamamlandı..
alınacaklar alınmış
sarılacaklar sarılmış,
süslenecekler süslenmiş,
püslenecekler de püslenmiş durumda.....
küçüğünkiler en büyük pakette, maviye kesmiş ne var yoksa...
büyüğünkiler beyaz bembeyaz, incinmesinler diye ince pelurlara sarılmış durumda...
bir sırt çantasına yerleşmeyi bekliyorlar şimdi,
sevgiyle ve itinayla...
içim rahat, rast gitmiş ve bitirilmiş işlerin huzuruyla....
yarın akşam,
ver elini yedi tepeli çifte gerdanlıklı kokoş şehir;
çocukluğumda benimdin, şimdi ise ellerinsin...
gözüm yok, ne yalan söyleyeyim...
varsa yoksa ankaram....

12 Eylül 2006 Salı

yine yol göründü...

gidiyorum
wallahi...
çarşambayı sel almasın,
bekle beni doğduğum şehir...
ziyaretine geliyorum,
bekle beni doyduğum şehir,
"bak ben de senin halanım" deyip
pazar sabahı yine sana dönüyorum...

9 Eylül 2006 Cumartesi

öngörü....

doğum fotoğrafçılığı diye yeni bir yan dal çıkmış...
doğumhanede olay anını fotoğraf kareleriyle tespit ediyorlarmış...
birkaç sene sonra biraz daha ileri gidip pardon geri gidip bebeğin anne rahmine düşüş anını da fotoğraflayıf albüm yaparlar..
arz talep meselesi..
hem kim karışabilir ki..
bize ne canım...

özcesaret.......















yanlış hatırlamıyorsam evlere temizliğe giden ilkokul mezunu bir kadın bir zamanlar bir kitap yazmıştı..
roman mıydı, hikaye mi, yoksa deneme mi bilmiyorum....

merak etmediğim için alıp okumamıştım.
o kitap kaç sattı, nelerden bahsediyordu, yazılanların edebi açıdan değeri neydi, okuyana kattığı şeyler neler oldu bunları da hiç merak etmedim...
ama şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki yazanı taktir ettim hem de canı gönülden....
biliyorum ki yazmak içten gelen, geldimi de yazıya dökülmeden gitmeyen bir duygu...
üstelik yazmak bedava, para almıyorlar, hatta bazen üste para da veriyorlar....
yazan yazdığından her durumda sorumlu ama söz konusu bir gazete yada dergi ise durum bence farklı olmalı....
meslek mezunu onca genç onca yılı boşuna mı okudum diye hayıflanıyor mudur acaba yazar sıfatıyla köşebaşlarında yazıp çizenleri ve yazdıklarını gördükçe.....?
tirajlı tirajsız bir yerlerde yazmak için mesleki kariyere sahip olmak gerekmiyor galiba.....
diplomadan geçtim deneyim, bilgi ve görgü birikimi de aranmıyor mu....?
bizim apartman görevlimiz de pek konuşkan, pek neşeli babacan bir adam.
ahh siz bir de hanımını görseniz bir esprililik, bir fettanlık, bir gözüaçıklılık, neler neler....
azıcık boydan kısa yalnız.....
elinden tutan biri olsa yazacak o da...
inan ki.....



6 Eylül 2006 Çarşamba

kedi hanımın haberi yok....

minik dostum,
evsizlerden.
ama çok da gururlu,
arsız değil.
gözlerinde hep o hüzün,
belki de terkedilmiş.
bilemiyorum...
bebekleri vardı iki tane;
biri sarı diğeri kendi gibi bembeyaz.
her sabah selamlaştık eğilip sarktığım terastan.
akşamları da paylaştık,
köşebaşında;
tavada, ızgarada pişenlerden ne varsa ...
ismi yoktu.
yada vardı,
bir zamanlar.
bilemiyorum....

tutku....

bu yaz tuttum bunu...
görür görmez tutuldum...

5 Eylül 2006 Salı

bir eksik bir fazla....

bir mum daha eklendi
ve
dilek tuttum üfledim...
saçlarımdan sular damlarken
alnımda deniz gözlüğüyle
sonra
Eddy Arnold söyledi benim için;
yesterday
when I was young.....
günlerden pazardı
aylardan eylül...

oskaoskaoska

! dur biz de gelelim
? gelmeyin giderim
! gelelim gelelim
* niye gidelim ki ben burdan giderim
? ikiniz de gidin ben giderim
! dur geliyorum gitmeyin
* allah allah niye gitmeyelim sen git biz gideriz
? bekle madem gideriz ama önce ben bir gideyim
* o gitsinsin canım ben de giderim sen zaten gidiyorum diyorsun..
? bekle biraz gidersin bir bildiği var herhalde
! hadi sen git madem biz de gidelim
? ben gidiyorum ne haliniz varsa görün..
* bir dakka bizi de bekle.....

! dursana geliyoruz biz de....

birdir iki...

* tahmin et ne oldu?
? ne oldu?
* hayatta bilemezsin?
? sor...!
* söyle...!
? ipucu ver...
* al...!
? buy mu ?
* eveeeettt..
? üstüne de şuy mu...?
* nasıl bildin oralardan buralara...hayrete değersin?
? sen de...

bile bile....

ladesim lades olsun mu?
olsun tabii....
tavuğu görelim...!

biz geldik....

yanılıyorsun...
tez icabı...
moda ya...!
yada trendy diyeyim, daha çok seversin...
değil mi?

4 Eylül 2006 Pazartesi

çok hoş buldum...

döndüm
evet
tatil bitti
yaz da öyle
sonbahar benden önce gelmiş ankara'ya
üşüdüm biraz....