31 Mart 2006 Cuma

sahi çok mu yaşayayım ? evet !

sezen cumhur önal sunuyor:
"evet sayın izleyiciler, şimdi gary moore söylüyor, still got the blues; bluzunu hala saklıyorum"

çok yaşa emi ! hapşırdım mı ki?

"şimdi de gary moore ankara üçyüzevlerden süheyla için söylüyor : still got the blues... "
der radyodan çıkan anons sesi..
"amma desteksiz atıyolar ha ! gary moore üçyüzevlerden süheyla için söylüyomuş, gary moore kim üçyüzevlerden süheyla kim be..."
der tespit adamı..

30 Mart 2006 Perşembe

masallara adanmıştı...




ışıklar sönmüş, seyirci mırıltıları kesilmişti,
alkışlarla sahne aydınlandı, perde açıldı..
ve oyun başladı;

orta yaşı biraz geçmiş güleç yüzlü kadın, oturduğu koltuğa sırtını yaslamış, çantasını kucağına yerleştirmiş, tombul parmaklı ellerini çantasının üzerinde kenetlemişti..
oturduğu yerde ne kadar heyecanlı olduğunu anlamak zor değildi.
birden yanında oturan genç kadına eğildi ve usulca;
"biliyor musunuz , arkadaki siyah pantalonlu uzun boylu olan benim oğlum, ben onun annesiyim" dedi sahneyi işaret ederek.
genç kadın da yanında oturan tombul parmaklı, güleç yüzlü kadına doğru eğilerek; "sahi mi, ne kadar güzel, tebrik ederim sizi" dedi.
tesadüfe sevinmişti,
şaşırtma sırası ondaydı;
"biliyor musunuz benim de emeğim var kendisinde"dedi.
"aaaa öyle miii, siz yoksa falanca mısınız ?"
hayır dedi genç kadın, "ben filancayım".
birbirlerinin gözlerinin içine bakıp gülümsediler,
oyun akışında devam etmekteydi..

genç kadın, anneyi düşündü hep genç adamı izlerken,
göz ucuyla kontrol ettiğinde mutlu ve gururlu görünüyordu anne,
onca karşı çıkmalardan, ayak diretmelerden, kırgınlıklardan sonra babayla birlikte mücadele etmeyi bırakıp kabullenmişlerdi işte,
genç kadın, sahnede yaptığı işe tutkuyla bağlı olan siyah pantolonlu uzun boylu genç adamın her safhasını yakından bildiği mücadelesini zihninden hızlıca geçiverdi.
onu başından beri desteklemiş, umutsuz , mutsuz olduğu zamanlarda yüreklendirmişti..
şundan emindi ki; yolun başındaydı ama bu yetenekle, azimle, sabırla devam ederse yükselecekti..
şansı el verirse tabii..

oyun sona erdiğinde coşkuyla alkışlanıyordu sahnedekiler,
anneyle genç kadın birlikte çıktılar salondan,
"beğendiniz mi? " diye sordu genç kadın,
"çook"dedi anne "çok beğendim"
gözleri doluydu...

sahne perdelerinin neden kırmızı olduğunu düşündü genç kadın ..

mesela niye mor değil de hep kırmızı ?

***anlayamazsın***


ki sen,
her defasında,
böyle yapınca....

29 Mart 2006 Çarşamba

bu da geldi geçti...



öğle yemeğinden döndüğümüzde içeriye giremedik çünkü beklenen büyük buluşma gerçekleşmek üzereydi.
Binanın önündeki bahçe kalabalıktı, en meraksızımız bile dışarıdaydı..
saat 13:45 civarında gün ışığı bozarmaya başladı ardından hissedilir bir serinlik oldu, belli belirsiz bir üşüme geldi üzerimize, başlar yukarıda, koyu siyah renkli camların ve folyolu karton gözlüklerin ardından olan
lara şahitlik ediyorduk.
Bir an geldi, gökyüzünden üzerimize tutulan floresan lambalı bir projektörün altındaymışız gibi hissettik kendimizi, tam da bu sırada binanın ışığa duyarlı gece lambaları devreye giriverdi ve turuncu ışıklarıyla, nafile, ortalığı aydınlatmak istedi.
saat 14:00 sularında cep telefonu ve dijital makinalar gökyüzüne çevrildi, çekilen fotograflarda ışık dağılmıştı ve görüntüler net değildi doğal olarak..
bunun üzerine olay değil olayı izleyenler çekildi; görüntüler gayet netti.
bir kaç dakika içinde gökyüzündeki büyük buluşma, görüşme sona erdi.
kaşar tekeri ağır aksak çekilip uzaklaşırken hiç olmadığı kadar mütevaziydi,
ateş topu ise isteksiz gibiydi sanki,
belki biraz yorgun, biraz bıkkın, biraz buruk..
buna rağmen iyiyim dercesine yeniden ışıldamaya başladı ama o garip serinlik günden geceye eklendi.
zihinleri günlerdir, aylardır meşgul eden büyük buluşma yaşanmış ve bitmişti işte, işler güçler hiç bir şey olmamış gibi kaldığı yerden devam etti.

İlerleyen yıllarda gerçekleşecek buluşmalara yukarıdaki rotayı izleyerek her defasında şahitlik etmek mümkün tabii..

akşam saatlerinde serin ama masmaviydi ankara semalari,
ateş topu biraz solgun,
fakat her zamanki haşmetiyle,
vedalaşıyordu günle.
kaşar tekeri ise,
bu gece etrafına küçük büyük ne kadar yıldız varsa toplamış,
gündüz macerasını anlatıyordur şimdi,
en cafcaflı şekilde;
şöyle yakaladım,
böyle tuttum
falan diye..
fakat her ikisini de çok severim; birini diğerine asla değişmem.
yıllardır böyle..





28 Mart 2006 Salı

abra kadabra ya da hokus pokus

kimisi -meli malı, der
yada meliyiz malıyız,
veya hadi -lım der ya da -lim
ama ne melinir ne de malınır
ne lır olur ne de lir..

kiminin de ağzını bıçak açmaz, çıtı çıkmaz,
bir bakarsınız -limlemiş yada lımlamış bile..

bravo diyorum,
en içten halimle...

25 Mart 2006 Cumartesi

atını kaybeden kovboy...


Brokeback Mountain
dün gece izledim,
fevkalade sıradan bir filmdi,
hiç bir esprisi ve sürprizi olmayan..
boşuna dememişler;
"dağ dağa kavuşmaz
amaaaaaa
insan insana kavuşur" diye,
bir bildikleri varmış işte....

megalimon sarısı

benden çok daha iyi olmaları gerekirdi,
bunu tartışmak bile abesti,
ama ne yazık ki değillerdi,
evet; ne yazık ki,
kendimi ve bana emeği geçenleri kutlarım ..
böyle olması beni mutlu etti mi?
hayır; ne yazık ki,

onların daha iyi olmaları gerekirdi,
olmadıklarının farkındaydılar,
umursamadılar,

bundan dolayıdır ki,
"neden böyleyiz ?" sorusunun cevabına bir adım daha yaklaştım.

22 Mart 2006 Çarşamba

tesadüf değildi...

sevdiklerimin sevdikleri,
kırk yıllık sevdiğim gibi oluyor kısa süre içinde,
CESUR da kırk yıllık sevdiğim gibi oldu,
hem de çok kısa sürede,
uzun zamandır tanıyormuş gibiyim onu sanki,
hayran oldum cesaretine,
her ne kadar ürksem bile..
ona cesur dedim,
cesuru sevdim,
cesur da yeni ismini..
o da benim gibiymiş; sevdiklerinin sevdiklerini sevdikleri kadar severmiş..

20 Mart 2006 Pazartesi

mavi düş-tü

bu yüzüğü çok severim,
el üstünde tutarım,
her taşı başka renktedir, farklı biçimdedir, ayrı güzelliktedir.
taşlardan biri düştü;
üstelik ilk de değil bu,
ama her seferinde bulup yerine koymuştum,
ama artık yok,
üzüldüm çok,
maviydi rengi,
hem de masmavi,
şimdi yeri boş...

16 Mart 2006 Perşembe

bu da bej olsun..

gidiyorum,
giderim,
gidebilirim,
hatta gittim,
geldim,
yine giderim,
toptan gittim,

aaa yeter ama,
ne biçim toprak burcusun sen öyle...!
köklerin hep dışarıda senin...,

heyelandandır dostum,
yoksa tutunmayı çok iyi bilirim,
bir de oğlak bilir tabiii,
ah boğayı da unutmayalım,
çok ayıp olur sonra...

sahi meşe palamutlarına ne oldu ?



limon küfü yeşili

yanık manık ortada hala bir köprü olsa da,
güven olmaz artık değil mi?
aşağıya düşmek an meselesidir, işten bile değildir,
bunları söylemek anlamsız değil mi?
sen tedbirlisindir, düşünürsün herşeyi,
daha doğrusu kendini,
ihtimaller hep dahilindedir senin,
sırtına paraşüt de takmışsındır şimdi sen,
aşağısı pamuk tarlası olsa bile,
sen en iyisi düşmeyi bekleme,
atlayıver gitsin....
dikkat et ama,
dalgınlığına gelmesin,
çekmeyi unutma,
paraşütün ipini..

14 Mart 2006 Salı

sosyo

bu gün 14 mart; bayramın kutlu olsun,
eminim ki ,
ya da hiç şüphem yok ki; bu gecenin kutlu olması için sen yine elinden geleni yapacaksındır,
her zamanki gibi...
yarın anlatacaklarını kestirmek hic de zor değil..
sen söylemeden ben söyleyeceğim; gecenin enn parlak yıldızı sendin yine..
değil mi?

sarısıcak

mayıs ayını bekliyorum..,
hiç olmadığı kadar merakla ve heyacanla..
bir kaç gün öncesine kadar aklımın ucundan bile geçmezken, geldi ve yerleşiverdi aklıma, sereserpe..
şimdi bir ihtimal var;
ama şarkıdaki gibi ölmekle değil gitmekle ilgisi var..,
nasıl olur?
henüz erken,
zamanı gelince; düşünülür peyder pey herşey..
hey hey...
sevinçli miyim neyim..!

8 Mart 2006 Çarşamba

veda-laşma..

İTHAF
gidecegim, gidiyorum,
derken; gittim..
arkamda gemiler ve sallanan mendiller
ve
kibrit çaktığım bir köprü bırakarak.
bu sefer ciddiyim; hem de çok...
şimdiye dek olmak isteyip de türlü nedenlerle olamadığım kadar..

2 Mart 2006 Perşembe

fıstıki yeşil deri koltuklar...

......
hadi o zaman, gidip bakalım dedi.
diğerinin de uğrama sebebi ve duymak istediği buydu zaten.
çıktılar.

dört saat boyunca o mu, bu mu, şu mu demekten başları dönmüştü,
yorulmuş ve acıkmışlardı;
kendilerini zeytinyağlıların ve salata mönüsünün başında buldular.
cafe tenhaydı; ben burayı bilmiyordum dedi, hoşuma gitti.
yumuşak deriden koltuklara yorgunluklarını bırakıverdiler kısa bir süre sonra.
tabaktakiler acelesizce bitirilmişti ki;
kafamı hala kurcalıyor, saçma diyeceksin biliyorum ama elimde değil dedi, anlatacağım sana...
ve sigarasından bir tane yaktı, gözlerini kısarak bir an uzaklara daldı, kafasındaki binlerce imgenin içinden o an aklından geçmekte olanı kolundan yakaladı ve karşısındakinin gözünün içine bakarak anlatmaya başladı..
sohbet duman dumandı; bir, iki, üç...gidiyordu.
sen çok içiyorsun dedi.
öyle diye karşılık verdi
mevzuu gereği mi? diyerek işi şakaya vurdu..
dediğin gibi olsun diye yanıtladı..

birbirine tamamen zıt karakterli bu ikilinin nasıl dost olabildiklerine ve hala dost kalabildiklerine şaşmamak gerekti;
yaşayan ve paylaşanlar nasıl olduğunu elbette bilirdi..
hesabı ödeyip dışarı çıktılar..


biri diğerinin koluna girdi, kendine doğru çekti..
akşamın ilerlemiş saatine rağmen dışarıda ılık esintili,

şeker gibi bir hava vardı;
tatlı niyetine içlerine çektiler...