31 Ekim 2006 Salı

yaz çocuğu kış sezonunu açtı..

sen misin yazlık tişörtlerle gezen? evet benim buyrun...!
iyi... o zaman ağrımayan yerim yok deme sakın..offf, ayak seslerinden anlamıştım aslında, geliyorum ben kolla kendini diyordu ama heyhat...dökülüyorum....bu sabah yataktan kalkarken epeyce zorlandım...sanırsın ki 3 gün 3 gece durmaksızın yol yürümüşüm ; belim, bacaklarım, kollarım -uzatmadan vücudum diyelim- dökülüyor....ateşim nasıl yok şaşıyorum, oysa ki bu tabloya şöyle 38.5- 39 ateş yakışırdı, gayet de şık olurdu..durumum suda eriyen plus C ile geçer mi bilmiyorum ama akşama kalmaz burnum, gözlerim akar, boğazım şişip sesim de kısılırsa beni en az 2-3 günlük bir rapor paklar...
hapşuuuuuu....
gidiyorum ben, sana da bulaşmasın..

26 Ekim 2006 Perşembe

geldi, geçti...




bu tatil iyi oldu,uzun zamandır yapmayı ertelediğim ve beni sürekli kemiren işleri yerine getirebildim; mutluyum, huzurluyum, sırtıma bağladığım çocuğu indirdim, yürüyor artık...yarın iş başı; geçmiş bayramınız kutlu olsun diye bayramlaşmaya gelecek olanların çukulatasını hazırladım, geceden kapının yanında hazır ettim, sabah unuturum falan, geçen sefer nasıl da mahçup olmuştum hani çukulatamız dediklerinde... bu seferkiler kalp şeklinde üstünde kabartma gül resmi var, umarım beni yanlış anlamazlar..amaaaan anlarlarsa anlasınlar ne yapayım; şu saatte bunun için yapacak bir şey yok zaten...
bizim kedi hanıma çukulata yediremedim bir türlü, ben yerken her seferinde çukulata kağıdının hışırtısına koşup geldi, nasıl yediğimi defalarca izledi ama...halbuki filancanın kedisi fıstıklı baklava bile yiyor, gözümle gördüm yoksa deselerdi inanmazdım...bizimki safça biraz; varsa yoksa kuru mama, ciğer bile yemiyor,kedi ciğer yemez mi? bizimki yemiyor işte..cins,ne cinsi tekir;irmagillerden...
dostlarımın değerini bu bayram bir kez daha anladım; kadim dostlarım onlar benim; bir ve iki, başka yok... ya diğerleri; onlar iyi ve cici arkadaşlarım...hepsi sagolsunlar...her birinin yeri ayrı...birini sildim defterimden o biliyor kendini ve nedenini....yarın iş günü yine,....evet uykum yok, gidip biraz okuyayım; üçüncü sayfadan sonra uyuklamaya başlarım, başım da ağrıyor biraz, bir ilaç alsam fena olmaz...
bir bayramı daha eda ettik...mutluyuz.

22 Ekim 2006 Pazar

silli-ikon



# bakar mısınız?
* buyrun hanfendi?
# bu bardakları niye tam doldurmuyorsunuz? çayın yarısı yok neredeyse
* dudak payı hanfendi
# bizi zenci falan zannettiniz herhalde
* estafurlah hanfendi, hemen doldurtayım üzerlerini

19 Ekim 2006 Perşembe

üçünüçüncüsü.....

Atilla Mispal'in 2005 yapımı "Kesişen Yazgılar"ı festivalde izlediğim ikinci ve son filmdi..
başrolü oynayan Macar güzeli Annamária Cseh; çok mutsuz,huysuz,yüzü gülmez,aksi,işinde sürekli sorun çıkaran,bezgin,pervasız,kayıtsız,soğuk,itici,sevimsiz,kokainman amaaa çok GÜZEL bir mankeni canlandırıyordu..
güzelliğinden başka hiç mi güzel tarafı yoktu; emin ol yoktu, o derece yani...

film başlar başlamaz kızın güzelliği bir tarafa hal ve hareketleri kısa sürede izleyenlerin sinirini bozmaya yetti; bir afra bir tafra....
sonra birden bire kızın hasteneye yattığını gördük, sonradan anlaşıldı ki kaza geçirmişti ve yüzü feci hale gelmişti....
ne "vah vah yazık oldu o güzelliğe" diyebildik içimizden, nede "müstahaktı,aklı başına gelmiştir, neydi o dünyaları ben yarattım hali, al işte böyle olur sonu" diyebildik...
çünkü birdenbireneoldudaböyleoldu'nun merakına kapılmıştık...
filmin ortalarına gelinmişti ama biz hala kazanın nedenini öğrenemiştik ..
bir de esrarengiz bir adam girmişti devreye; şişman, saçı sakalı karışmış birbirine, ürkütücü suratlı bir homeless'di. bu adam, filmin başından beri, guzel mankeni farkettirmeden adım adım izlemekteydi..kızın çantasından düşürdüğü kırmızı kadife kaplı,kapağında ejderha resmi olan moleskinosunu bulmuştu ve buradan kızın özel notlarının yanısıra her türlü bilgiye-randevular, çekimler, defileler vs.- ulaşmıştı..
kız nerede, bu amca orada....



sonra, yani kazadan sonra, zaten dengesiz bir yapıya sahip olduğunu filmin başında hal ve hareketleriyle göstermiş olan kızımız, hastahaneden eve çıkınca güzelliğini ve işini kaybetmenin şokuyla iyice dengesizleşti ve evinin yakınına konuşlanmış olan homeless amca ve onun şükerası ile ilşkiye girdi; içlerinden bir genç kıza şık şıkırdım elbiselerini verip onun kir pas içindeki leş kokulu elbiselerini alıp giyerek ortalıkta gezmeye başladı falan...
ancak hala, yazgıları kesişecek olan kuyumcu amca ile karşılaşamamışlardı, karşılaşmak şöyle dursun kuyumcu henüz bizlere bile görünmemişti..
neyse, uzatmayayım; güzel kızın bu şişko homeless ile tanışması, bileziğinin yere düşüp kırılması, şişko homelessin bileziği alıp kuyumcuya götürmesi ve tamir ettirmesi sonra da kendisini ziyarete gelen güzel kıza bileziğini takarken onu kendine doğru aniden çekmesi,sımsıkı sarılması, kızın tüm direnmelerine karşın bırakmaması,sonra bir anda ikisinin birden ayakta sarmaş dolaşken alev alarak yerde döne döne yanmaları, kızın ağır yanıklarla kurtulması, şişko homelssin ise can vermesi...tüm bunlar 5 dakikanın içinde oldu....
sonunda bizler baştan beri merakla beklediğimiz kaza nedenini öğrenmiştik; rahat bir nefes aldık...
bu arada kuyumcu amca devreye girdi hemde süratle, çünkü 97 dk.lık filmin bitmesine 10 dk. falan kalmıştı...
kuyumcu amcamız önemli bir sipariş almıştı, çırağı ile birlikte sanatını en iyi şekilde ortaya koymaya çabalarken, bir sahne içinde mahkemede eşinden boşandı ve hakim iki çocuğu annelerine bıraktı, bir sahnede içinde doktorundan görme yetisini kaybetmek üzere olduğunu öğrendi, devam eden sahnede de moral bozukluğu içinde atölyesini, ne var ne yoksa hepsini kırdı geçirdi, isyanı doruk noktasındaydı...



ve son sahnede; sonbahar gelmişti, kuyumcu amca, sararan yapraklar arasında nefis bir parkta, yanında beyaz bastonu olduğu halde bankta oturuken, bebek arabası* ile güzel kızımız parka geliverdi ve kuyumcunun karşısındaki banka oturuverdi . dayanamayıp kuyumcuya laf attı, oda ona aynı şekilde karşılık verdi...sonra kızımız, hadi kalkın ayağa, isterseniz bastonsuz da yürüyebilirsiniz dedi, Adam da itiraz etmedi, nasıl olur ama falan demedi, ayağa kalktı, ürkek aksak yürümeye başladı, kız ellerini adama doğru şevkatle uzattı....
sonunda iki loser'ın yazgıları geç de olsa nihayet kesişmişti...
film burada mutlu sonla bitti....
*pusette, güzel kızın elbiselerini verdiği homeless kızın doğurduktan sonra kapı önüne bırakarak terkettiği bebeği vardı..
güzel filmdi.....
senin de sabrına hayranım ...!

16 Ekim 2006 Pazartesi

üçün ikincisi....



Ankara Sinema Kültürü Derneği'nin, 5 Ekim'de başlayan 3.Güz Film Şenliği devam ederken broşürden işarelediğim iki filmden biriydi "Zaman-Time".
Kim Ki-duk un son filmiydi, 2006 yapımı; sevgi ve sevginin yaşanma tarzına farklı bir yaklaşım getiren çok modern bir aşk hikâyesi...




filmin konusu ve kurgusu o kadar güzel işlenmişti ki, ara vermeden izlenmesine rağmen asla sıkmadı hatta mest etti; oyuncuların sempatikliği ve sıcaklığı, çekim mekanları, müzikler, heykel parkı -ki bayıldım buraya- kurgu,herşey çok güzeldi..
ci-vu'nun kendisini aniden bırakıp giden ve altı ay boyunca da aramayan, bu süre içinde geçirdiği estetik operasyonlarla bambaşka bir kimliğe bürünerek ci-vu'nun karşısına yeniden çıkan sevgilisi se-hi ile barda yüzleşmeleri unutulmayacak sahnelerdi..



sonrasında ci-vu'nun bu aldatılmışlığı içine sindiremeyerek, sevgilisi se-hi'den intikam almak için aynı klinikte aynı doktora yüz estetiği yaptırtması, se-hi'nin kendisini tanıyamayacağı hale getirtmesi ve kızcağazın günlerce aylarca ızdırap içinde her delikanlıya acaba ci-vu mu? diyerek yaklaşması, yaptığı testlerle her seferinde ci-vu olmadığını anlaması.... se-hi ile adeta yaşadık olanları oturduğumuz yerden nefeslerimizi tutarak ve hadi hadi ci-vu çık ortaya diye içimizden yalvararak...
finalde se-hi'nin ci-vu diye peşinden kovaladığı ve yakalamaya çalıştığı delikanlının kaçarken trafik kazası geçirmesi ve se-hi' nin gözleri önünde bir kamyonetin altında kalması, yüzünün tanınmayacak hale gelmesi.. se-hi gibi seyircinin de aklını kurcaladı; acaba O, ci-vu muydu ?
bu olaydan sonra estetik uzmanının ellerine yeniden teslim olan se-hi nin yüzünü yeni bir operasyonla yeniden değiştirmesi, ci-vu hala hayattaysa ci-vu'dan yok değilse se-hi'nin kendisinden alacağı akıllara durgunluk verecek bir intikamdı...ve son sahne zihinlerimize mührünü bastı.....

üçün birincisi....



iş çıkışında gökgürültülü ve sağanak yağışlı bir havada koşa koşa eve gitmek yerine dışarıda yemek yemeğe karar verip dinen yağmur ve yemek sonrasında azıcık yürüyelim derken tam da sinemanın önünden geçiyorduk ki, aniden karar verip "Araf"ı izleyelim dedik..
daha doğrusu, ben demedim; korku filmlerini hiç sevmem, -üstüne bir de para verip bünyeyi bunaltmaya gerek olmadığını düşünürüm hep- doğrusu yürünülen kısa yol yemeğin hazmı konusunda istenen ve beklenen etkiyi henüz göstermediğinden içeride bu rehavetle uyuyabileceğimi de düşünerek itiraz etmedim.
uyumadım ama filmi -kurgu, oyunculuk, mekan, müzik, çekimler- de beğenmedim.
depresif bir filmdi..ruhum daraldı...
kıssadan hisse; anne karnındaki doğmamış bebekleri aldırmayın, yoksa canına kıydığınız bebekler geri dönüp size bu dünyada rahat, huzur vermezler, aklınızı başınızdan alırlar; ona göre.....
bırakın her ana rahmine düşen doğsun varsın, nüfus 105 milyon falan olsun....
yazılanlara göre yaşanmış bir olaydan yola çıkılmış...senaristin bir arkadaşının -kız arkadaşının- başına gelmiş...
film bitip de dışarıya çıktığımızda derin derin taze ve temiz havayı ciğerlerime çektim...
dünya varmış ....

14 Ekim 2006 Cumartesi

Pam-muck...


Fransız filozof; Jean Paul Sartre,
1964’te Nobel Edebiyat Ödülü'nü reddetmişti,
GEREKÇESİ; ödül veren kurumlar, yönlendiriyordu..

J.P.Sartre 1956 Fransa - Cezayir savaşında Cezayir'i savunmuştu...

9 Ekim 2006 Pazartesi

foolish game....

yaşamadığın halde yaşamışçasına,
görmediğin halde görmüşçesine,
hissetmediğin halde hissetmişçesine,
ne keyifli ne hoş bir duygu olduğunu bilmeden bilirmişçesine
nasıl böyle kendinden emin,
bir o kadar da görmüş geçirmiş,
çokbilirmiş,
sefa insanıymış,
gibi davranabiliyorsun..
dahası; üzerine bir de muhalefet edip yandaşlar arıyorsun...
aslında sen kendini bizden daha iyi biliyorsun...da....
çaktırıyorsun ama... haberin olsun....

yaza veda..

yarın yorucu bir iş günü olacak...
buna hazır olmak için şimdiye kadar çoktan uyumuş olmalıydım...
oysa ben ne yapıyorum...
keyfini çıkarıyorum.....
eşyaların yeri değişti bugün....
sonra yaz uykusundan uyananlar yerlerine yerleştirildi...
kış uykusuna yatacaklar yatırıldı...
kedi hanım şampuan ve kremden geçti,kurutuldu, mis koktu,
birlikte rehavet içinde koltukta şekerleme yapıldı...
geçiyorkenuğrayan geldi,sonra gitti...
ışıklar azaltıldı, müziğin sesi kısıldı,
kedi hanım minderine kıvrıldı...
ayaklarımı uzattım,
gözlerimi kapadım,
kulağım ruhuma masaj yapan müziğin sesinde...
kulplu bardaktaki bol sütlü kahve boğazımdan inerken içim ısındı...
parmaklarım klavyede,
...
burada böylece kalsam,
sabaha kadar,
müzik susmasa,
ışık biraz daha azalsa..
sabaha daha var....
çok değil ama var....
şu batteniyeyi örter misin üzerime...

6 Ekim 2006 Cuma

I dont love you barbaros....!



kaç barbaros kaç....
ardına bile bakma.....
ama etrafına şöyle bir bak,
neler göreceksin neler....
yazık değil mi sana..?
hı...?

konçerto....



iğne iplik lütfen.....

5 Ekim 2006 Perşembe

öhö...

televizyon kanallarımızdan biri dün gece milli tarihimizin ilk uçak teröristini yıllar sonra da olsa kameralar karşında misafir ederek güzide bir yayınılık örneğini daha sergilemiş oldu..
bu vesile ile tarihimizin ilk uçak teröristini-takımelbiseleriiçindegayetciddive

kendindeneminayrıcavakarliveneyaptığınınbilincinde-
önce kendi ağzından icraati ile ilgili hatıralarını sonra da kacırılan uçak ile ilgili yorumlarını ve eleştirilerini 70 milyona anlatırken ibretle izledik..
birde terörist merörist ıyyyyhhh diye çoluğucocuğubüyüğüküçüğü korkuturlar..
seninbenimgibi iki eli, iki ayağı, kaşı, gözü, ağzı., burnu olan bir adam o da işte...
bak alından yukarıya cıkmadım, dikkatini çekti mi bilmem ama..
gece sorunsuz derin bir uyku ile sabaha erdi..
çokşükür...

1 Ekim 2006 Pazar

please, fill in the blanks........

son dönemlerde ortalığa sürülen her türlü popülist vakayı, toplumsal beklenti ve hisleri abartılı bir şekilde pohpohlayarak menfaat* elde etmeyi amaç edinen bu vakaların popülist kahramanlarını ve bunlar karşısında kendinden geçen, adeta histeri nöbeti geçiren ..........leri/ları ibretle takip ediyorum...
*menfaat kimi zaman para pul, kimi zaman şan şöhret- tutarsa her ikisi de-
kimi zaman da hakkında sağda solda yazılan bir iki satır ve bir vesikalıktan ibaret olmakta......
son Anka Kuşu vakasında manikürlü siyah ojeli eller yeterince tiksindiriciydi....
sevgili Aziz Nesin geldiysen üç kere öksür...
ben anlarım...