29 Ocak 2006 Pazar

bluejeanli ve spor ayakkabılı genç...

Seneler önceydi, ama çok da eski değil.
Küçük yeteneğin büyüdüğü, yurtdışında yaşayan ünlü bir sanatçı olduğu, dünyanın bir çok ülkesinde konserler verdiği yazılıp çizilmekteydi.
Burada da adı yeni yeni duyulmaya başlamıştı, ama henüz izlenmemişti.
Nihayet Ankara’ya da konser için gelecekti.
Biletleri ben alacaktım; kitabevinde kalmamıştı, mecburen Selim Sırrı Tarcan’ın mahallesine gitmek gerekti.
Vişneli dondurma rengindeki tarihi binanın merdivenlerinden çıkarken biletler bitmemiş olsun diye dua etmekteydim.

İçeri girdiğimde, gişe görevlisi yerindeydi, koyu renkli takım elbisesi ve beyaz gömleğiyle her zamanki gibi şıktı ve gişenin önüne sandalye koyup oturmuş, elindeki gazoz şişesini elleri arasında ileri geri yuvarlamakta olan bluejeanli, spor ayakkabılı tıfıl bir gençle sohbet etmekteydi.
"cuma akşamı için bilet alacaktım" dedim, biraz ümitsizce..
“maalesef” dedi, “yer kalmadı”.
“hiç mi yok” demedim, karşımdakinin canını sıkmamak için.
“hay allah ” dedim , “ne yapabiliriz? çok istiyoruz izlemeyi”
“sinevizyondan verilecek, lobiden izleyebilirsiniz” dedi gişedeki adam.
“öyle de olmaz ki " dedim, “tv den izliyor gibi, hem de iki adım ötedeyken”.
“yapacak bir şey yok” dedi adam, “üzgünüm, böyle..”
“tüh” dedim, “demek öyle”.
Tam dönüp gidecekken sandalye de oturan tıfıl çocuk söze girdi ve o sihirli cümleyi söyledi;
“hiç mi yok abi”,
bir ümitle baktım adamın yüzüne ; başını sallayarak “yok” dedi.
“sen bir daha bak oralara abi, vardır belki,
kaç kişi olacak? ” dedi çocuk,
“iki” dedim parmaklarımla göstererek “sadece 2 ”,
"bir dakika" dedi adam, tekrar baktı,
“kenardan iki yer verebilirim”dedi.
“tamam” dedim sevinçle, “alıyorum”.
merdivenleri ikişer ikişer inerek telefon açtım; biletler hazır, cumaya hazır ol.
Cuma akşamı konser için gelenler arasında göz aşinalığı olanlar birbirleriyle selamlaştı. Gençler, yaşlılar, orta yaşlılar kısaca bu müziği seven sadık seyirci, bu kez daha bir heyecanlı, oradaydı.
Konser başlamadan herkes salondaki yerini aldı, maestronun komutuyla orkestra seyircisini selamladı, bir alkış tufanı koptu.
ve solist sahnede yerini aldı; siyah smokini içinde, ufak tefek, esmer ve uzun saçlıydı. reverans yapıp seyircisini selamladı sonra salona uzunca bir baktı…tekrar eğilip selamladı, sahnedeki yerini aldı; ve konser başladı.
gişenin önünde oturan ve gazoz şişesiyle oynayan jean pantolonlu, spor ayakkabılı çocuk sahnede koskocamanlaşmıştı,
salondekiler de bu müzik ziyafetiyle mest olmuşlardı.
Konser sona erdiğinde sahneden ayrılabilmek için 2-3 kez bis yaptı ve dakikalarca ayakta alkışlandı, muhteşem bir gece olmuştu.
Sonrasında konserler birbirini izledi...
O, artık sadece yurtdışında değil bizde de tanınıyordu, çok ünlü olmuştu; sansasyonlarıyla değil yeteneğiyle ünlüydü ve görünen o ki çok da alçakgönüllüydü.
Geçtiğimiz gün bir tv programda izledim kendisini ; o tıfıl görüntüsü yoktu artık. Bunlar benim çocuklarım dediği, kendisi gibi yetenekli öğrencileri vardı.
“bu çocuklara iyi bakın, takip edin, çok çok iyiler ve tek sorunları ne biliyor musun ?” dedi röportajcıya;
“bu çocuklar, çok iyi oldukları için,

bu topluma hızla yabancılaşıyorlar,
işte bunun da çaresi yok” dedi.
Program bittikten sonra düşündüm son söylediklerini..
çok iyi olmak adına çabalayanlar için;

çok çok iyi olmak, çok da iyi bir şey değildi...
ne yazık ki...


Hiç yorum yok: