
öğle üzereydi...
okuduğum yazıdan başımı kaldırıp dışarıdan gelen ezgiye kulak kesildim..
aynı anda ayaklarımın dibine kıvrılmış olan kedi hanım da öyle...
yerimizden kalkıp pencereye yaklaştık, müzik aşağıdan geliyordu...
yukarıdan aşağıya baktığımızda, o da başını kaldırmış yukarıya bakıyor ve bir eliyle gel gel işareti yapıyordu......
üst katlarda da kendisini izleyenler vardı belli ki...
kocaman, eski bir kırmızı akordeonu san-ki şevkatle kucaklamıştı..
ustalıkla çalıyordu; "la vie en rose" u......
üzerinde salaş jean giysileri vardı...
yaşı 20 den bir kaç fazlaydı...
çok hoşuma gitti; çalgıdaki ve müzikteki tercihi, rahatlığı, sevimliliği....
O, bir "parizyen"di...
hani şu metro istasyonlarında düzeneğini- tek kişilik orkestrasını- kurup büyük bir ciddiyetle çalan yada her istasyonda vagonları dolaşan ve bahşiş toplayan triolar gibi...
O, şimdi bizler için alışık olunmadık bir görüntü sergilemekteydi..
kaldırımlara oturarak çalan ve önüne mendil açan yada kutu koyanları saymıyorum, onlara aşinayız artık..
ama bu sefer farklıydı..
başı sürekli yukarılarda, camlarda bir süre çaldı çaldı çaldı....
belli ki karşılığında bahşişini istiyordu...
eliyle yukarıdan çağırdıkları da yanıtlamadı onu...
bir yan girişe sonra diğer girişe yöneldi çalmaya ara vermeksizin...
ancak umduğunu bulamadı....
sonra sitemizin babacan, yaman apartman görevlisi -bir yandan sırtına ceketini giyerek- yan girişten dışarıya çıktı,
özcesur gence doğru hamle yaparak ilerledi...
özcesur genç onu görünce arkasını döndü,
çalmaya devam ederek uzaklaştı...
arkasından baktım...
umudunu kaybetmemesini istedim...
hiç bir zaman...
çünkü henüz çok gençti....