27 Kasım 2010 Cumartesi

The Big Blue (1988)

unlu fransız yönetmen Luc Besson'un marifetiyle
müthiş bir senaryo
son derece doğal ve içten oyuncu kadrosu
özellikle Rosanna Arquette mükemmel

Directed by Luc Besson
Produced by Patrice Ledoux
Written by Luc Besson (also story) Robert Garland, Marilyn Goldin, Jacques Mayol
Cast:
Rosanna Arquette - Johana Baker
Jean-Marc Barr - Jacques Mayol
Jean Reno - Enzo Molinari
Paul Shenar - Dr. Laurence
Sergio Castellitto - Novelli
Jean Bouise - Uncle Louis
Marc Duret - Roberto
Griffin Dunne - Duffy
Andréas Voutsinas - Priest (as Andreas Voutsinas)
Valentina Vargas - Bonita
Kimberly Beck - Sally (as Kimberley Beck)
Patrick Fontana - Alfredo
Alessandra Vazzoler - La Mamma (Enzo's Mother)
Geoffrey Carey - Supervisor (as Geoffroy Carey)
Bruce Guerre-Berthelot - Young Jacques

Jean-Marc Barr 22 aralık 2001'de intihar ederek yaşamına son vermiş, aynı Le Grand Blue'nun sonunda yaptığı gibi...

şurdan
 
Homo Delphinus (Yazar Ebru Dengiz

Bir denızkızı ile karşılaşmak için ne yaparsın biliyor musun? Denizin dibine kadar dalarsın. Suyun artık mavi olmadığı yere. Gökyüzünün yalnızca bir anı olduğu yere. Ve orada sessizce yüzersin. Ve orada kalırsın. Ve orada kararını verirsin: onlar için ölebilirsin. Sadece o zaman ortaya çıkarlar. Gelirler ve seni karşılarlar ve seni, onlara olan aşkınla yargılarlar. Eğer içtense, eğer safsa, onlarla olursun ve seni sonsuza kadar alıp götürürler.”

Luc Besson’un 1988 yapımı “The Big Blue (Le Grand Bleu) ” filmini izlemek için oturduğumda, günün birinde Jacques Mayol ile ilgili yazı yazacak kadar duygu biriktireceğimden ve yunuslarla yüzmeyi herşeyden çok isteyecek kadar filmi izleyeceğimden ve her seferinde son sahnede “ince ağlamalara” tutulacağımdan habersizdim. Filmin Jean-Marc Barr, Jean Reno ve Rosanna Arquette’den oluşan müthiş kadrosu, olağanüstü panaromik görüntüleri ve Eric Serra’nın dehasıyla ustalıkla kurgulanmış film müziklerinden etkilenmemek için insanın bir tekhücreli olması gerekiyor. Jean-Marc Barr’ın yakışıklılığından nasibinizi alamazsanız, Jean Reno’nun tavırları sizi sarsıyor, eskaza onu da pas geçerseniz, Rosanna Arquette sizi durup durup söylediği derin ve bilge sözlerle derinden yaralıyor. Hepsinden önemlisi, bilmek istiyorsunuz: Jacques Mayol kimdir? Yunuslara kafayı takmış bir serbest stil dalgıçtan daha öte bir şeyler var çünkü filmde ve araştırdıkça şaşırıyor, şaşırdıkça etkileniyor, ilk şoku atlattıktan sonra da “Yalnız değilim” duygusuyla, tatlı ve mavi bir yolculuğa çıkıvermiş buluyorsunuz kendinizi.

Zira görebilen için, Jacques Mayol’ un hayatı denizin sonsuz mavisiyle, serbest dalış rekorlarıyla, yunuslarla ve de sonuna kadar tinsellikle doludur. Varoluşun gizemini çözmeye çalışan ve bunu yaparken dünyaya anlamlı mesajlar veren iflah olmaz bir gezgindir Mayol. 1927 yılında Fransız bir anne babanın çocuğu olarak Çin’de dünyaya gelir. 12 yaşına kadar doğduğu ülkede yaşar. 7 yaşındayken, ailecek Fransa’ya doğru yapılan bir gemi yolcuğu sırasında, ilk defa Kızıl Deniz açıklarında karşılaşır yunuslarla. Çocuk aklından neler geçtiği bilinmez, ancak sonradan yunuslar için “onlar benim gerçek ailem” diyecektir.

“Yunusların doğuştan insancanlısı oldukları fikri, bunu böyle görmek isteyen insanların egosudur. Yunuslar da diğer canlılar gibidir. Dalarsınız ve onların size gelmesini beklersiniz. Saygı duymazsanız, sizinle vakit bile geçirmezler.”

Denize olan sevgisi keşif tutkusu ile birleşince dalmaya başlar. Apnea dalış da denilen, nefesi tutarak ve tüpsüz yapılan dalışlar yapmaktadır. 1976 yılında 100 metreye tüpsüz dalabilen ilk dalgıçtır. Bu dünya rekoru aslında uzun ve azimli bir çalışmanın sonunda gelmiştir. Nefesini çok uzun bir süre tutabilmektedir Jacques Mayol. 100 metrede kalp atışları dakikada 20’ye düşmektedir. O basınçta vücüdundaki kanın neredeyse tümü beyninde toplanmaktadır. Doktorlar bunun sadece yunus ve balinalarda görülen bir fenomen olduğunu söylerler. Katıldığı yarışmaların çoğunda rakip dalgıçlar ventilasyon ya da aşırı basınç nedeniyle farklı zararlar görürken, Mayol 56 yaşında 105 metre ile ikinci kez dünya rekorunu eline geçirir. Dalışları ilham vermeye devam ederken, o bir yoginin yoga sayesinde bunların çok daha üstünde performans gösterebildiğini, zira iyi bir eğitim sonrası solunumlarını 22 dakikaya kadar durdurduklarını, ve kendisinin nefesini tutma süresinin bunun çok gerisinde olduğunu belirtir. Dalmadan önce saatler süren yoga egzersizleri yapmaktadır. Ve dalış için bakış açısı “insanın kendi potansiyelini geliştirmesiyle 100 metrenin dalmak için çocuk oyuncağı bir derinlik olacağı” yönündedir. 2000 yılında basılan kitabı “Homo Delphinus. The Dolphin within Man” adlı kitap, serbest dalgıçların kutsal kitabı olmuştur. Kitapta Mayol, insanın aquatik bir kökeni olup olmadığını sorgular. Annemiz diye bahsettiği okyanus ile ve özellikle de yunuslar ve balinalarla derin bir bağlantımız olduğunu düşünmektedir.
“Daldığımda, Tao’nun ortasındayım. Tam bir Bir’lik halindeyim, insan olduğumu tamamen unutuyorum, bir adım olduğunu, bir bireyselliğim, bir pasaportum olduğunu; hatta bir şeklim bile yok!... Şekilsizim... O an bir çeşit çark gibiyim, sınırsız kozmik bir çark... anlıyor musunuz?...”

Kelimere olan borcunu ödediğinden midir, yoksa sırf yunuslarla birlikte yüzebilmek için ilkgençlik yıllarında Florida’ daki bir havuzda işe başlayıp, öğlen yemekleri dahil onlarla yüzüp “herşeyi onlardan öğrendim” dediği için midir bilinmez, sözler sadece bir detaydır. Yakın arkadaşlarına göre Jacques ile iletişim kurmanın %20si sözcüklerledir, %30’u beden dili ve geri kalanı da sadece telepati.
“Evcil olmayan Jojo isimli yunusla 3 hafta geçirdim. Sizi temin ederim ki, Jojo ile birlikteyken kelimeler kesinlikle gereksiz. Öyle bir şey ki, tanımı yok, limiti yok, ama birlikte gerçekten çok iyi anlaşıyorsunuz... Hepsi bu!”

Jacques Mayol, kendi yapabildikleri ve yaptıklarıyla, denizle insanın tinsel bağlantısı analiz etmiş, doğayla olan bağlantımızı tekrar kurmamızı sağlamaya çalışmıştır. Derin spiritüel yetenek ve algılara haiz olduğu süphe götürmez olan Mayol, zaman zaman umutsuzluğa düşse de, yaşamının çok önemli bir bölümünü suyun içinde, yunus ve balinalara derine dalmayı öğreterek, deniz annemizle bağlantısının ve varoluşun gizemini aramakla geçirmiştir. Yoga ve Zen öğretilerine olan ilgili ve de bilgili tavrı, dalış esnasında psikolojik olarak oldukça güçlü bir zihin halinde olmasını sağlamıştır. Dalmak için adaları tercih eden Mayol, 74 yaşında iken bile hemen hergün 40 metrelere dalmakta ve nefesini rahatça 4 dakika tutabilmektedir.
“Onları (yunusları) hayranlıkla izleyerek çok uzun zamanlar geçirdim, canlı türlerinin arasındaki “saf” ilişki üzerine meditasyonlar yaparak...”

İtalya, Japonya ve güney Caicos Adaları arasında yaşamını geçiren Mayol, 1983 yılında dalışı resmi olarak bıraktığını açıkladıktan sonra arkeolojiyle ilgilenmiş, kitabını tamamlamış ve kardeşi Pierre Mayol ile birlikte bir kitap daha yazmış, onlarca belgesel filmin yazarlığını ve prodüktörlüğünü yapmış ve dalış tekniklerini anlattığı seminerlere katılıp, dünyanın bir çok yerindeki dalgıç okullarına aktif olarak destek vermiştir.
Dalgıçların kişisel ego ile kendilerini zorlayarak katıldıkları yarışmaları haz etmemektedir. Bunu dostlar arasındaki her konuşmasında dile getirir. “Amaç bu değil” demektedir. Mayol’a göre, denizle olan bağlantımız bize birşeyler katmalıdır, en azından deneyimsel olarak algımıza olumlu bir etkisi olmalıdır. Yine de umudunu yitirmez. Anlamayanlara kızsa da, anlayanları çoktur.
“Bir şeyi tanımlamaya çalıştığınız anda, onun özünü kaybedersiniz.”

Takvimler 22 Aralık 2001’i gösterirken, “Yunus adam” ünvanının haklı tek sahibi Jacques Mayol, yaşamla ölüm arasındaki ince çizgiyi, İtalya Elba’daki evinin havuzunun yanında bulunduğunda geçmiştir. Mavi suların siyaha döndüğü noktada, hiçkimse intiharının nedenini anlamaz. Kimilerine göre, Mayol, zamanın geri döndürülemez prensibini kabullenememiş ve yaşlandığı için depresyona girmiştir. Kimileriyse tüm doygunluğuna yeni bir tecrübe eklemek istediğini ve belki de kendi ölümünün ardındaki gizi aralamak için bunu yaptığını savunur.
Sebep ne olursa olsun, okyanuslarda bir yaşam geçiren Mayol, iki kitabı, yüzlerce dalışı, dalmaya olan tutkusu ve yunuslara olan derin sevgisi ile anılmaya ve tüm zamanların en efsanevi serbest dalgıcı olarak kalmaya devam edecektir.
Bir denizkızı ile karşılaşmak için yapmamız gerekenleri öğretecek, Tao’nun ortasına dalmayı, yunusların aslında oyunbaz olmadıklarını, tek bilinenin tanımsızlığını anlatıp duracaktır...

17 Kasım 2010 Çarşamba

'Krai' (The Edge)

   
   Rusya Oscar Komisyonu, Oskar’a 2010 Rus yapımı Krai (The Edge) filminin katılması yönünde karar almış.Dünya prömiyeri Toronto Uluslararası Film Festival’inde yapılan ve Oscar’a en iyi yabancı film dalında katılan Krai, savaş sonrası Sibirya’ya yerleşen eski bir makinistin Sofya’ya aşık olması ve sonrasında ormanda terk edilmiş bir lokomotifte saklanan Elza’yla tanışmasının hikayesini anlatıyor.
 

Aleksei Uçitel’in Konstantin Ernest ile beraber yapımcılığını-yönetmenliğini yaptığı filmin çekimleri Petersburg’ta -özellikle Rusya Demiryollarının bir sahne için seferleri durdurduğu Petersburg-Pskov hattında- gerçekleştirilmiş.
söylendiğine göre çekimler oyuncular için oldukça zorlu geçmiş. Oyuncu Vladimir Maşkov, nehirde akıntı yüzünden boğulma tehlikesi atlatmış.

Oscar'a aday olacak bir film tadı bırakmadı bende izledikten sonra..
ancak ilginç bir filmdi..
ilginç gelen senaryodan ziyade başrol oyuncusuydu.



fiziki görünümü ve canlandırdığı karakterin muzdarip olduğu rahatsızlık izlerken bende ister istemez çağrışımlar yarattı.. ;)

birine benzettim amaaa , dilimin ucunda :)
benimkisi sadece hınzırca bir varsayım..
onlar için ise bizim açımızdan neşeli bir tesadüf diyelim..

şurdan

16 Kasım 2010 Salı

Kurban

  Kardeşim ve ben ilk kurban kesimine rahmetli anneannemin iki katlı ve kocaman bir bahçesi olan evinde şahit olmuştuk. Bayram sabahı en yeni giysileriyle bahçede toplanan aile efradı, kesim için gelen kasabı bahçe kapısında karşılamış, orta yaşlı, tombul suratlı, beyaz önlüklü kasap amca selam faslından ve kısa bir sohbetten sonra hemen işe koyulmuştu. Kocaman elleriyle kurbanlık hayvanın önce başını okşayarak sakinleştirmiş sonra da aneannemden istediği, onun da önceden hazır ettiği temiz beyaz bir tülbentle gözlerini  bağlamış, ürkütmeden, darp etmeden, insanca bir muammeleyle yere yatırarak, kulağına fısır fısır kısa bir dua okumuş, sonra bıçağı boynuna doğrultarak besmele çekip kesim işlemini acı çektirmeden kısa sürede tamamlamıştı..
Böyle öğrenmiştik biz, kurban nasıl kesilir..izlemiştik, evet izlememize izin vermişlerdi..kanından alnımıza sürülmüştü adet olduğu üzere, nedenini sorduğumuzda kazadan beladan korusun diye denmişti..
Aradan yıllar yıllar geçti artık televizyon haberlerinde bayram gününe ait görüntüleri izlediğimde vahşice bir eylem olarak  geliyor kurban kesimi. Oysa ki çocukluğumuzda birebir hayvanın kurban edilişini  izlediğimizde o çocuk aklımızla bu durum vahşice gelmemiş, rüyalarımıza falan da girmemişti. Bunun yapılması gereken dini bir vecibe olduğu izah edilmiş biz de öyle kabul etmiştik..şimdi şu yaşımda bana katliam geliyor kurban bayramı ..ve ne yalan söyleyeyim kurban kesenlerin çoğunun ailesinin et ihtiyacını karşılamak için bayramı vesile saydıklarını bile düşünür oldum..
Fakiri fukarayı doyurmak falan da nafile bir bekleyiş..

30 Ekim 2010 Cumartesi

kim ki duk



Kim Ki-Duk,
*20 Aralık 1960 'da Güney Kore Bonghwa'da Kyungsang'ın kuzeyindeki bir taşra köyünde doğdu. Oldukça yaramaz bir çocuk olan Kim, 9 yaşına geldiğinde ailesiyle birlikte Seoul'e taşındı. Burada tarım eğitimi veren bir okula göderildi. Fakat maddi yetersizlikler yüzünden okuldan ayrılıp fabrikalarda işçi olarak çalışmaya başladı.
*20 yaşına geldiğinde deniz kuvvetlerine katıldı. Askeri hayata çok çabuk uyum sağlayan Kim, 5 yıl çavuş olarak görev yaptı. Bu askeri tecrübeleri ona insan ilişkileri ve karakter analizi açısından zengin bir birikim sağladı.
*1990 ' da bir uçak bileti alabilecek kadar para biriktirip, sanat eğitimi almak için Fransa'ya taşındı. Geçimini, kendi resimlerini satarak kazanıyordu.
*1993'de tekrar Kore'ye dönen yönetmen, film senaryosu yazmaya başladı ve bir yarışmada iki senaryosu birden ödül kazandı.
*Kim Ki-Duk'un film kariyeri diğer yönetmenlerinkinden farklı başladı. Hiçbir zaman sinema eğitimi almadı ve hiçbir zaman başka bir yönetmenin yanında asistanlık yapmadı. Hiç kimsede görülmeyen bakış açısı ve kendine has hikaye anlatma tekniği buradan gelmektedir.

"Crocodile"(1996)  farklı ve etkileyici bir dille kendi yaşamını ve deneyimlerini anlattığı film serüvenin başlangıcı oldu.
''Wild Animals''(1996) Kore'li bir askerin ve başarısız bir ressamın Paris'te geçen dostluk ilişkisinin analtılmaktadır.
 ''Birdcage Inn''(1998)in renkli atmosferinde göze çarpar. Bu filmde yönetmen, seksi yaşamın bir parçası ve birbirini anlamanın minimum düzeydeki yolu olarak tanımlar.
''The Isle'(2000)', yönetmen için bir dönüm noktası oldu. Venedik Film Festivali'nde gösterilen bu filmiyle yönetmen, tam olarak anlaşılamasa da yeteneğini kabul ettirdi. Filmin çarpıcı atmosferi ve nefes kesici görüntüleriyle Kim Ki-Duk, Kore sinemasının 60'lı yıllardaki duayeni Yoo Hyun-Mok'un deyimiyle 'imgelerle konuşan yönetmen' olarak ün saldı. The Isle' da yönetmen, kadın erkek ilişkilerindeki sadomazoşizmi, birini sevmenin ve nefret etmenin içiçe geçişini anlattı.
''Real Fiction''(2000), bilinç ve bilinç dışı, gerçek ve fantazi arasında kendine bir yer buldu.
''Address Unknown''(2001),
''Bad Guy''(2001)
''The Coast Guard''(2002)
''Spring, Summer, Fall, Winter"(2003),kendisinin orta yaşdaki budist rahibi canlandırdığı filmi olağanüstü görselliğle beğeni topladı. Budist bir rahibin yaşamının mevsimlerinin, metaforik bir anlatımla yansıtıldığı filmde, yönetmen, sessizliği bir çığlık kadar etkili kullanabildiğini gösterdi.
 ''Samaritan Girl'(2004)' ile Berlin Uluslararası Film Festivali'nde en iyi yönetmen ödülü,
''3 iron'-Bin Jip'(2004) ile de Venedik Film Festivali'nde en iyi yönetmen ödülüne layık görüldü.
"The Bow"(2005),
"Time" (2006),
"Breath"(2007),
"Dream(Bi-mong)" (2008).

"Breath" nefis bir filmdi..


şurdan

ve ardından,

"Boş ev" (Bin-Jip)

şurdan



uykusuz kaldığıma değdi..

"Breath" son yıllarda izlediğim en etkileyici filmlerden biriydi ..

23 Eylül 2008 Salı

amasra


Amasra'yı yıllar önce sinemada izlediğim Türkan Şoray ve Kadir İnanır'ın başrolünü oynadıkları "Gönderilmemiş Mektuplar" filminde ilk kez görmüş ve hayran kalmıştım..
Filmin konusundan ve oyuncuların ustalığından ziyade filmin çekildiği mekan, özellikle de Amasra'nın şıkır şıkır gece çekimleri beni büyülemişti..


Filmi izledikten sonra pek çok kere niyetlenmemize rağmen, gidememiştik bu şirin ilçeye


aradan zaman geçti,

Amasra hafızama yerleşmiş Amasra görüntüleriyle eşleşmese de hayran kaldım bu ilçeye...

zaman içinde popüler olup pek çok günübirlik gezilerin gözde durağı olsa da....



hala sessiz, hala sakin, hala dokusu bozulmamış, beton yığınına dönüşmemiş...

yeniden görmeye ve yaşamaya kesinlikle değer diye düşünüyorum...

sakarya balıkçısı

balıkçıdayım...akşam için aldığım balıkların ayıklanmasını bekliyorum..beklerken de bir yandan balıkçının tekniğini kapmaya çalışarak dikkat kesilmiş izliyorum..saçlarına kır düşmüş, orta yaşı çoktan geçmiş, lacivert tulumu ve siyah lastik çizmeleri içinde biraz bıkkın, çokça yorgun bir yüz ifadesiyle balıkçımız, gayet seri ve maharetli bir biçimde, her balık için farklı bir muammele uygulayarak mesleğini icra etmekte..
derken arkamda bir çift varmış, farkında değilim.. tezgah üzerinde gerçekleşen eyleme konsantre olmuşken, mıy mıy mıy bir ses tonuyla ve bebekvari bir konuşma tarzıyla sevgilisine nazlanan kıza bir an için kulak kesildim..
"ayyyyhhhh ben bakamıyoruuuuummmm iççimmm kötü oluyorr ıyyhhhh neffennaa nasıl yardı karnını ayyyhhhhh ıığııığıııııı..." gayri ihtiyari sesin sahibi şahsı merak edip hafifçe arkamı dönerek bir bakış baktım..ki ben diyeyim 30 siz deyin 35 yaşlarında bir bayan, kendisinden 3-5 yaş büyük olduğunu tahmin ettiğim bir erkeğe belinden iki koluyla birden sarılmış, başını gögsüne yaslamış, kırpıştırdığı gözleriyle balıkların temizlendiği tezgaha bakarak şımarmakta..benim gibi sıralarının gelmesini bekliyorlar anlaşılan..
erkeğin cevabı aynen şu oldu; "bitanemmmm bakma sen, ben bakarımm...hadi git karşıdaki magazanın-o magaza kütahya porselenin butik mağazası oluyor-vitrinine bi bakıver, hadi bebeğimmmmm, canım benimmm, hadi... "
off ya dedim içimden, şu yaşıma geldim böyle nazlanmayı hiç bir zaman beceremedim..bundan sonra da becerebileceğimi sanmıyorum..ama becerebilenlere de gizliden hayranım :)))
bunlar aklımdan geçerken, adımın anons edilmesi ile bir anda kendime geldim..temizleme işlemi sona ermiş, balıklar hazırlanıp poşetlenmiş, sahibini beklemekteydi....

9 Eylül 2008 Salı

serbest kürsü

gerek yoktu...
yadırgadım..
alındım!

7 Eylül 2008 Pazar

Bozcaada


Bozcaada'nın en çok adaya gidişini seviyorum..

martıların feribottan atılan simit parçalarını kapabilmek için giriştikleri mücadele hiç tanımadıkları birinin çektiği bir fotoğraf karesine girmeyi başarmakla eşdeğer...
adanın rum mahallesini iskele meydanına bağlayan sokaklardan birinde karşılaştığınız uyarı levhasıyla kendinize çeki düzen vermek zorunda kalıyorsunuz..
çeki-düzen faslından sonra dolaştığınız sokaklar, restore edilmiş, bakımlı tarihi evleriyle görenleri mest edecek cinsten..
bu evlerin birçoğu adada ponsiyon, hotel, motel olarak kullanılıyor...
rum evlerinin bir özelliği de balkonlarının olmaması..
balkon yerine evlerin önüne koydukları sandalyeleri kullanıyorlar..
kapı önlerinde sadece sohbet edilmiyor yenilip içiliyormuş aynı zamanda..
sardunyalar, begonyalar pencerelerin vazgeçilmezleri...
bazı evlere restore edilirken sonradan balkon da eklenmiş..
evlerin herbiri sevimli, sıcak, huzur veren birer suluboya tablo misali..
ya da bonbon şekeri tadında...


Sokat'ın evi de adada...
Sokrat söylenene göre adaya yerleştikten sonra müslüman olmuş...
ama son nefesini verdiğinde cenazesi günlerce evde kalmış..
rum din adamları müslüman olduğu için, hacı hocalar da müslümanlığını makbul bulmadıkları için Sokrat'ın cenazesini kaldırmayı istememiş..
bunun üzerine mahalleli rum-türk elbirliği ile "hay sizin...." diyerek cenazeyi kaldırıp defnetmişler..
adanın Rum mahallesinde yer alan tarihi saati 300.000 YTL gibi bir bedelle yeniden onarılmış..
sponsorun adı pirinç bir levha üzerine yazılarak saat kulesine çakılmış.
plaketin yerden yüksekliği epeyce mesafeli olduğundan okuması biraz zahmetli,
kartal gibi gözlere sahip olmak gerekiyor.


adalı'nın estetiğe, tertipe, düzene gösterdiği özenin farklı bir yansıması olan bu kareyi resmederken çok keyif aldım...
feribotla geyikli'ye dönerken gün batımı vardı ama makinemde yer kalmadığı için görüntü alamadım..ama manzara gerçekten muhteşemdi..

zoom

huzur'u


zoom'lamak

bir kere de şaşsan ne olur sanki...

çok denedim hiç şaşmıyor,
söylediğim zaman olmuyor ...
duramıyorum söylüyorum,
yine söyledim..
kesin değil henüz,
ama ,
olmayacak gibi görünüyor...

olmazsa eğer en çok "dikenli tel" sevinir biliyorum..